top of page

Arama Sonuçları

"" için 22 öge bulundu

  • Öfkeli Genç Türkler:

    “Kendini Batı’daki akranı ile karşılaştıran, ilerlemek, modernleşmek isteyen, daha yüksek bir hayat standardı arzulayan, kendini dünyanın tüm nimetlerinden yaralanabilen bir (küresel vatandaş olarak değil) ‘Türk’ olarak görmek isteyen bir topluluk” Söyleşi: Kübra Kurt Çalışkan, Ozan Bal Ocak 2023 Hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde milliyetçiliğin giderek etki alanını genişlettiği bir dönemdeyiz. Elbette bu yayılım milliyetçiliğin dönüşmesi veya yeni milliyetçiliklerin sahneye çıkması anlamına da geliyor. Popülizm, neofaşizm vb. kavramlarla yürütülen tartışmalar daha çok devlet politikaları ve siyasi partiler üzerine eğilse de bu dönüşüm milliyetçi gençlik üzerine düşünme gereksinimi de doğuruyor. Yükselen göçmen karşıtı reaksiyonla biçimlenen yeni milliyetçiliğin sokağa taşan ilk yüzlerinden biri, kendine ‘Öfkeli Genç Türkler’ adı veren bir grup genç olmuştu. İstanbul’un çeşitli yerlerinde açtıkları “Hudut Namustur” pankartlarıyla İYİP ve CHP’nin sahipleneceği bir sloganı üretmişlerdi. Emel Uzun’un Birikim’de yayımlanan 'Sokaktaki Milliyetçiliğin “Yeni” Sesi: Öfkeli Genç Türkler' başlıklı yazısı (Ekim 2021), bu gençlik hareketinin temelinde yeni milliyetçiliği ele almaya çalışan kayda değer bir girişimdi. Ardından kendisiyle iletişime geçen ‘Öfkeli Genç Türkler’in verdiği cevaba atfen Ayrıntı Dergi’de kaleme aldığı ‘Anadolu'nun Bağrı Yanık Çocuklarından Küresel Köyün Kaygılı Çocuklarına: Öfkeli Genç Türkler’de (Nisan 2022) hem milliyetçilik üzerine hem de gençlik araştırmaları üzerine çalışan hemen herkes adına ilgi çekici bir sahayı işaret ediyordu. Biz de İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak, giderek seçimlere yaklaştığımız bu dönemde, söz konusu öfkeli milliyetçi gençlere ve siyaset alanındaki konumlanışlarına dair bir görüşme yapmak istedik. Emel Uzun da bizi kırmayarak sorularımızı yanıtladı. Ozan Bal: Genellikle gençliği biçimlendirmenin araçları üzerinden düşünülen milliyetçiliğe, gençlerin kendi hayal kırıklıkları, imkanları ve yatkınlıkları dolayımıyla dahil oldukları bir mücadele alanı olarak bakmanın kavrayışımızı genişleteceğini düşünüyorum. Sizin yazılarınızda da benzer bir eğilim söz konusu. Değindiğiniz diğer bir durum da sosyal medyanın ‘sıradan insan' için yarattığı imkân sahası. Bu yüzden, ilk olarak, sizce milliyetçi siyaset alanında gençlerin fikirleri ne ifade ediyor ve sosyal medya bu alanda yaşanan dönüşüme nasıl aracılık etmiş olabilir diye sormak istiyorum. Emel Uzun: Milliyetçiliği bir mücadele alanı olarak görmek, aynı zamanda içinde farklı milliyetçi hal, tavır, pratik, düşünce ve duygu biçimleri olan, çoğul bir şey olarak da görmek demek. Yani sadece bir ideoloji olarak, yukarıdan, devletin kurumları aracılığıyla yaygınlaştırılan, belirleyici bir yapı olarak görmekten çok daha farklı pencereler açabiliyor böyle bir bakış. Dolayısıyla milliyetçiliğin sıradan insanı nasıl biçimlendirildiği değil, sıradan insanın onunla ne yaptığı sorusunun da peşine düşebiliyoruz. Bu perspektifi epey genişleten bir pozisyon. Sizin sorunuzdaki sosyal medya meselesi ile de böyle bir yerden ilişkilenebiliyoruz dolayısıyla. Bugün üretilen milliyetçi söz üzerine konuşacaksak eğer sosyal medyayı dahil etmemek mümkün değil. Sadece gençler için değil tüm kullanıcılar için ciddi bir politik katılım olanağı sunuyor sosyal medya. Yeni iletişim teknolojileri ve internet teknolojisi, henüz sosyal medyadan bahsedemediğimiz zamanlarda yeni bir kamusal alan olarak, demokratik katılımı toplumun çok farklı kesimlerinde mümkün kılacak bir demokratikleştirici gelişim olarak kutlanmıştı. Aynı zamanda muhafazakârlaştırıcı bir ideolojik aygıt olarak da adlandırılmıştı elbette. Bugün de aynı iki radikal uçta savruluyoruz sosyal medyanın toplumsal etkilerini anlamaya çalışırken. Bir yandan toplumun daha önce politik söz üretme mekanizmalarına dahil olamayan kesimlerinin sözünü görünür kılabiliyor diğer taraftan sözün muhafazakarlaşmasına, milliyetçileşmesine ve hızlıca bir linç dinamiğine dönüşmesine de neden oluyor. Dolayısıyla komplike bir tartışma alanı içinde olduğumuzu hatırlamak lazım. “Milletin her gün yeniden tanzim edilen bir şey olduğunu da hatırlarsak, bugün sosyal medyanın bu yeniden tanzimin en önemli araçlarından biri olduğunu da söylememiz gerekiyor.” Türkiye çok politik bir toplum. Her kesimi çok politik. Politika gündelik hayatımızı öyle yekten etkileme gücüne sahip ki politik tarafgirlik bizde henüz çocukken ailede kuruluyor. Sonra ailenin politik pozisyonu ile çelişebiliyor elbette gençlerin fikir ve kimlikleri ancak yine de her daim, bir politika konuşma etkinliği içerisindeyiz. Bu elbette sosyal medyaya da yansıyor. Bu noktada şunu da eklemek lazım. Sosyal medya sadece iletilerin yaygınlaştığı ve etkileşimle bir politik müzakere alanının kurulduğu bir yer değil. Bu mecralar teknik özellikleri aracılığıyla iletilecek duygu ve düşüncenin biçimini, içeriğini, duygusunu da belirliyor. 140 karakter ile ifade edeceğiniz düşünce, duygu her ne ise jenerik bir biçimde tasarlanmalı. Dikkat çekici olmalı. Bu kullanıcıları bir tür reklam diline sıkıştırıyor. Nurdan Gürbilek 1980’li yıllardaki dönüşümü anlatmak için kullanmıştı bu reklam dili ifadesini. Çarpıcı, hızlı ve etkili bir politik dil, politik alanda kurulan iki kutuplu politik yapının yaygınlaştırılması için çok uygun. Müzakere için daha esnek, daha geniş ve yaratıcılık imkanları içeren bir söz alanına ihtiyaç var oysa ki. Politik dilin olanaklarını daha çeşitli bir biçimde kullanabilmek gerekiyor. Bir de şunu eklemek gerekir; sosyal medya herhangi bir mesajı vermekten çok, kendine benzeyen seslerle bir arada olma, bir topluluğun parçası olma ihtiyacını karşılıyor. Yankı odaları, algoritmalar lafları da tam da bu yüzden sosyal medyada hissedilen/hissettirilen aşinalık evrenini açıklamak için kullanılıyor. Kendi sözünü özgün bir biçimde söylemekten daha çok senin gibi düşünenlerin başlattığı söz/eylem pratiğinin parçası haline getiriyor. Son zamanlarda yapılan bazı sosyal medya araştırmaları neyse ki sosyal medyanın bu topluluk kurucu işlevinden bahsetmeye başladı. Ben de onlara dayanarak, sosyal medyadaki politik sözden daha önemli olan şeyin, o söz aracılığıyla dahil olunan toplulukların yarattığı dinamiklerle ilişkili olarak anlaşılabileceğini söylüyorum. Sorunun milliyetçilik kısmına geri dönersek, yani milliyetçi siyaset alanında gençlerin sözleri ne ifade ediyor kısmına geri dönersek hızlıca şunu söyleyebiliriz; çok şey ifade ediyor. Yani partilerin politikalarını ne kadar belirlediğini şu anda bilemeyiz elbette ama, politikanın dilini değiştirdiklerini söylemek mümkün. Son birkaç yıldır politik alanda bir genç seçmen telaşı olduğunu görüyoruz. 3-4 milyon civarı yeni seçmenin ilk kez oy kullanacağı bir seçimde elbette bütün partiler bu grubu çok önemsiyor. Tüm o “Z” kuşağı tartışmaları, genç seçmenle ilişki, bağ kurabilme lafları da bu yüzden ediliyor. Politik liderler direk gençlerle bir araya gelip, onların endişelerini gidermeyi, taleplerini anlamayı önemli buluyor. Meclis konuşmalarında direk gençlere seslenilebiliyor örneğin. Dolayısıyla hem milliyetçi partiler nezdinde hem de diğer tüm partiler için gençlerin varlığı, niceliksel olarak çok önemli. Ama fikirleri gerçekten ne kadar önemli ve aslında ne kadar anlaşılıyor o kısımdan şüpheliyim. Bence gençlerin ülke politikasındaki önemini ilk fark eden ve politik dilini onların jargonuyla ilişkilendiren lider Meral Akşener’di. Milliyetçi olmayan gençlerde de bir sempati uyandıran ufak temaslar, laf atmalar, resmi olmayan konuşma/ilişkilenme halleri İYİ Parti’nin bu iş üzerine derinlikli düşündüğünü gösteriyor. Son olarak sosyal medya ve milliyetçi pratikler üzerine şunu eklemek isterim; Suavi Aydın (1), Birikim’in Yeni Milliyetçilikler sayısındaki “Ne Kadar Yeni? Neyin Devamı ya da Başlangıcı? Yeni Milliyetçilik” adlı yazısında, neoliberal dönemin yeni insanının kendini bir şeyler için feda etmekten kaçınmayan milliyetçi figürden farklı olduğunu söylüyor. “…hazzı maksimize etmeye kodlanmış yeni bireyin milliyetçi hedefler yolunda seferber olmak yerine, bu işi kendi adına, devlete veya başlıca vekillere devredecektir” diyor (2022: 24). Böyle bakıldığında milliyetçilik, kendine milliyetçi diyen yurttaş dışında da son derece yaygın bir ideoloji olarak tüm topluma doğru genişliyor. Yine Suavi Hoca’ya referansla, “… devlete yapışmış ve temsilini ağırlıklı olarak medya mecralarında arayan bir milliyetçilik biçimi doğuyor” (2022: 24). Böyle olunca milliyetçilik bir eylem ideolojisinden çok bir performansa dönüşüyor. Sosyal medya da bu performansın en geniş mecrası. Milletin her gün yeniden tanzim edilen bir şey olduğunu da hatırlarsak, sosyal medyanın bu yeniden tanzimin en önemli aracı olduğunu da söylememiz gerekiyor. “Öfkeli Genç Türkler ülkücülüğün dilinden farklı olarak Türkün ırklar hiyerarşisindeki üstünlüğüne inanmayan, ‘Türklüğü ile gurur duyan değil, Türklüğü ile mutlu olan’ bir milliyetçilikten bahsediyorlar.” Kübra Kurt Çalışkan: Türkiye'de 90’lı yıllardan bugüne çok hızlı gerçekleşen teknolojik ve toplumsal dönüşümlerden bahsediyorsunuz makalenizde. Bu dönüşümlerden biri de milliyetçi öznenin değişimi. Bu kapsamda yeni öznelerden biri olduğunu iddia ettiğiniz ‘Öfkeli Genç Türkler’in kendilerini nasıl tanımlamayı tercih ettiklerini, hangi sembollere başvurduklarını, hangi kaynaklardan beslendiklerini ve geleceğe yönelik planlarını merak ediyorum. Emel Uzun: Bu soruyla ilgili söyleyeceklerimi aslında sizin de girişte bahsettiğiniz iki yazıda tüketmiştim. O zamandan beri kendine ‘Öfkeli Genç Türkler’ diyen grubun yeni bir faaliyeti yok. Bu anlaşılır da bir şey elbette. “Hudut Namustur” eylemlerinden sonra ciddi şiddete ve baskıya maruz kaldıklarını anlatmışlardı çeşitli mecralarda. Dolayısıyla sizin sorduğunuz biçimde ortak bir gelecek planları, ortak tanım ve tercihleri diye sıralayabileceğimiz şeyler var mı emin değilim. Öfkeli Genç Türklerin bir grup olarak görünürlükleri de çok kısıtlı. Orada üretilen sözün büyük kısmı Bahadır Dinçaslan’ın bir süredir üzerine yazdığı ve çeşitli mecralarda anlattığı seküler milliyetçilik tanımına dayanıyor ve bu fikrin etrafında örgütlenilmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla Öfkeli Genç Türklerden bahsederken çokça Bahadır Dinçaslan’ın sözüne referans vermek durumunda kalıyoruz. O da temelde Ülkücü Hareketin 70’li yıllarda yarattığı mesiyanik söylemin inandırıcılığını yitirdiği noktasını vurguluyor. O zamanın koşullarına göre oluşturulmuş milliyetçi dil ve tavır artık bugün 2000’li yıllarda, toplumsal dönüşüm geçirmiş olan kitlelere hitap etmemeye başladı diyor. Babasının deneyiminden farklı olarak komünizm tehdidini hiçbir zaman gerçek bir şey olarak hissetmemiş, onun ekonomik koşullar dolayısıyla hissettiği ezilmişliği yaşamamış biri olarak ben nasıl aynı milliyetçiliğe inanıyor olabilirim ki diye soruyor. Bir kuşağın temsilcisi olarak kendi deneyimini örnek veriyor. Her daim giyecek en az birkaç çift ayakkabısı olmuş, bir komünizm tehdidi hissetmemiş, başka türlü bir eğitim almış, iletişim teknolojilerini kullanmış, yurt dışı gezileri yapabilmiş, küresel köyün bir mensubu olarak sosyal medyanın olanaklarından yararlanmış, sanatla, edebiyatla ilgilenebilmiş birinin, kendini kentte kurmuş bir gencin mevcut milliyetçiliğin argümanları, liderleri, yarattığı ilişki ağları ve profillerle ilgili itirazlarına ses veriyor. Dolayısıyla kentli olduklarını, kentli gündelik pratiklerle bir sıkıntıları olmadığını biliyoruz. Bir de asıl büyük ortaklıklarının AKP-MHP ittifakının ürettiği “anti-milliyetçi” olduğunu düşündükleri politikalara itiraz ediyor olmaları. Asıl dinamik bugün hemen tüm muhalif politik sözün konumlandığı yerde, anti-AKP’cilik politikası etrafında yer alıyorlar. Dolayısıyla ürettikleri politik sözün en temel ortak muhatabı iktidar. Sekülerlik iddialarını kuran dinamik bu olunca başvurdukları en temel sembol Atatürk ve Kemalizm oluyor tabii. Kendi politikalarını milliyetçiliğin henüz seküler bir ideoloji olduğu kuruluş dönemi milliyetçiliği ile ilişkilendirerek anlattıklarında zaten Kemalizm ile kurdukları sıkı bağ ortaya çıkıyor. Twitter hesapları, medya mecraları hesaplarına hızlı bir bakış atıldığında bu tablo oldukça görünür zaten. Türkçüğün ideologlarına hürmetlerini tüm bu mecralarda görmek mümkün. Bolca Nihal Atsız referansı veriyorlar örneğin. AKP’nin iktidar dönemini “Kürt Açılımı”, “göç politikası” gibi olaylara referansla bir “Türksüzleştirme” dönemi olarak okuyorlar. Araplaşma tehdidini dile getiriyorlar. Bunlar zaten bildiğimiz milliyetçi sözler. Ama bundan farklı olarak, kendini Batı’daki akranı ile karşılaştıran, ilerlemek, modernleşmek isteyen, daha yüksek bir hayat standardı arzulayan, kendini dünyanın tüm nimetlerinden yaralanabilen bir (küresel vatandaş olarak değil) “Türk” olarak görmek isteyen bir topluluk. Ülkücüğün dilinden farklı olarak Türkün ırklar hiyerarşisindeki üstünlüğüne inanmayan, “Türklüğü ile gurur duyan değil, Türklüğü ile mutlu olan” (2) bir milliyetçilikten bahsediyorlar. “Üstün değil ama eşit” gibi bir denklem mi çıkıyor böyle söyleyince? Yoksa Batı’daki akranı ile eşit ama örneğin bir Kürt’ten, Suriyeli’den, Afgan’dan üstün (belki öncelikli) olmak isteyen bir var oluş mu hayal ediyorlar? Bu öncelik talep etme hakkını yasal alanda bir yurttaşlık sözleşmesiyle sağlanan bir şey olarak mı hayal ediyorlar yoksa tüm gündelik hayat içerisinde bir öncelikler dizgesini hak ettiklerini mi düşünüyorlar? Tüm bu sorular çok muğlak görünüyor. Tüm bu belirsizliklerin ne zaman çözülebileceği yani bu yeni milliyetçi fikrin nasıl bir fikir ve eylemler bütünü önerebileceği kısmı bir süre daha muğlak kalacak gibi görünüyor. Yine Dinçaslan, bu fikriyatın ancak Post-AKP döneminde mümkün olabileceğini söylüyor. Yeni bir milliyetçilik tarif ve tanzim edebilmek için henüz bu kadar yolun başındayken, karşı karşıya kaldıkları cevap verme, tepki üretme zorunluluğunun acemi, yanlış, eksik sözler üretmelerine neden olabileceğinden duyduğu endişeyi dile getiriyor. Dolayısıyla temenni ettikleri ortam mümkün olursa oradan nasıl bir özgün ses ve hareket yükseleceğini hep birlikte göreceğiz. “Daha açık ifade edersek, bu yeni milliyetçi sözün ürettiği argümanlar iki duyguyu ortaya çıkarıyor. İktidara, mevcut milliyetçi siyasete, göçmenlere, Kürtlere vb. yönelik olarak ‘öfke’ ve arzuladığı hayatla ilişkili olarak ortaya çıkan duygu ise ‘içerleme’.” Kübra Kurt Çalışkan: Her duygu sönümlenmeye mahkumken öfke duygusundan yola çıkarak bir siyasal kurgulanma ve isimlendirme refleksi gerçekleştiren bu genç topluluğun, bu duyguyu beslemek için yarattığı bir ‘karşıt/lar’ ya da ‘öteki/ler’ bütünü mevcut mu? Mevcut ise kendi yaratımları dışında kalan farklı etnik, dini ve cinsel kimliklere ve gruplara karşı bakış açıları nasıl şekillenmektedir? Emel Uzun: Öfke duygusu çok politik ve işlevsel bir duygu. Mevcut politik alanın da temel duygusu esasen. Sadece milliyetçiliğe özgü bir kolektif duygulanımdan bahsetmiyoruz yani. Diğer tüm muhalif politik söz de öfke duygusunun itici gücü ile hareket ediyor ve bu elbette bu politik ortamda çok doğal. Bu kadar çok adaletsizliğin, hak ihlalinin, güvencesizleştirme ve korkutma politikasının güdüldüğü bir ortamda elbette doğal bir refleks olarak öfke duygusu açığa çıkacaktı. Öfke, kişiyi itiraz etmeye, hareket etmeye belki değiştirmeye yönelttiği için politik bir duygu. Fail kılan bir tarafı var. Ancak daha önceki yazılarda da bahsettiğim gibi bu öfke ile ne yapacağımız, ayağa kalkmış ve hareket etmek ve değiştirmeyi arzulayan öfke ile ne yaptığımız meselesi önemli. Öfkeli Genç Türklerin sosyal medyadaki paylaşımlarında şöyle diyorlar; “Mırıldananlar konuşmaya, konuşanlar haykırmaya başladı! Öfkeli Genç Türkler olarak Türk milletinin geleceğine kast edenlerle vereceğimiz bir kavga var. Geçmişte bu kavgada kimimiz suskun kaldık. Kimimiz en sert cümleleri söyledik. Ancak safımız hep belliydi; suskun kalsak da uysallaşmadık. Artık öfkemizi tanıyorsunuz. İktidarın diktatörlüğüne, iş birliklerin fonlarına ve dostların, Türk gençliğinin geleceğini çalmak isteyenlere, işgale gelenlere, Türk adından rahatsız olanlara; geri adım atmadan, yılmadan, yıkılmadan karşı koyacağız. Hürriyetimizi öfke ile koruyacağız”. Burada öfke ile nasıl ilişki kurduklarını görmek mümkün. Kavga vermek, öfkesini tanıtmak, karşı koymak, korumak gibi ifadeler muhatabı nasıl bir aksiyona çağırdığını gösteriyor. Sadece milliyetçiliğe değil Türk sağının diğer unsurları ile bir araya gelmiş bir milliyetçi muhafazakâr, Türk-İslam sentezci politik dili ile de çok benzer aynı zamanda. Kendini uysallıkla sınamak, mağdur olmak, Türklüğünden utandırılmak ama yılmadan her türlü mağduriyete rağmen Türklüğünden güç alarak direnmeye, acı çekmeye, ama yılmamaya davet çok tanıdık bir Türk sağı jargonu. Ancak bu jenerik bildiri metninden çıkıp daha ayrıntılı ifadelerini dinlediğimizde buradaki dilden daha farklı talep ve arzuları, farklılaşmış ötekileri olduğunu görmek mümkün. Dinçaslan, acı çeken, sürekli çile çeken bir Türk yiğidi imgesinden rahatsız örneğin. Neden bir milliyetçiye hayattan zevk almak yasak olsun ki diye soruyor? Sevgilisiyle neden diğer gençler gibi el ele gezip flört edemesin ki? Aksine hayattan her anlamda zevk alabilen bir profil ve arzularından bahsediyor. Böyle bir nüansı tartışmaya eklediğimiz zaman bu küçük manifesto metnindeki öfke duygusu yerini başka duygulara bırakıyor bana sorarsanız. Daha çok içerleme diyebileceğimiz bir şey. Daha açık ifade edersek bence bu yeni milliyetçi sözün ürettiği argümanlar iki duyguyu ortaya çıkarıyor. İktidara, mevcut milliyetçi siyasete, göçmenlere, Kürtlere vb. yönelik olarak öfke, arzuladığı hayatla ilişkili olarak ortaya çıkan duygu ise “içerleme” gibi görünüyor. Tüm dünyayı sırt çantası ile gezebilen akranı ile kendi hayatını karşılaştırdığında nasıl bir içerleme yaşadığı ve eşitlik talep ettiğini görmek mümkün. Öfke bir reaksiyon duygusu belki de o öfkeyi yaratan ve daha derinden işleyen içerleme halini anlamak sadece Öfkeli Genç Türkleri değil, topluma yayılmış olan milliyetçi hali anlamayı mümkün kılabilir. “Toplumsal kimlikler ya da farklı dini inanışlar gibi konularda belli bir çoğulcu bilince erişildiği görülüyor. Heteroseksüellik dışındaki farklı cinsel kimlikleri tanıyorlar ve bunu bir insan hakkı olarak tanımlıyorlar.” Karşıtları, tanımladıkları ötekiler kısmını biraz yukarıdaki soruda da açıklamış olduk aslında. Ürettikleri anti-göçmen politik söz ne kadar gerçekten politika yapıcıları sorumlu tutuyor, ne kadar direk göçmenleri hedef alıyor noktası da muğlak. Yani farklı etnisiteler ile ilişkili olarak söyledikleri şeyler epey çelişkili. Genel resme bakıldığında farklı etnisiteleri, kültürleri tanıma, eşit ilişki kurmak ile ilgili bir irade var ama özelde Kürt meselesi konuşulurken örneğin hala Dinçaslan’ın suçlayıcı, kategorize edici, had bildirici lafı dışında ne dediklerini pek de bilmiyoruz. Ancak alternatif toplumsal kimlikler ya da farklı dini inanışlar gibi konularda belli bir çoğulcu bilince erişildiği görülüyor. Yani heteroseksüellik dışındaki farklı cinsel kimlikleri tanıyorlar, bununla ilgili bir özgürlük talebi söylemini benimsemiş oldukları ve bunu bir insan hakkı olarak gördüklerini söylemek mümkün. Ancak bu aynı zamanda belli ki Türkiye’de benzer profillerdeki genç grupları için ortak bir niteliği gösteriyor. Yani hiç sadece milliyetçi gençlere özgü bir şey değil. Cenk Özbay, Maral Erol, Çiğdem Bağcı ve Nurcan Özkaplan’ın yakın zamanda çıkan “Secular but Conservative? Youth, Gender, and Intimacy in Turkey” (3) adlı makalelerinde tam da bu bulgu etrafında bir analiz yürütülüyor. Onlar üniversite öğrencileri ile, Türkiye’de toplumsal cinsiyet, cinsellik ve yakın ilişkiler konusunda yaptıkları alan araştırmasına dayanarak, siyasal ve kültürel ortamın muhafazakarlaşma eğilimine rağmen, toplumsal cinsiyet ve farklı cinsel kimlikler gibi konularda ilerici değerleri savunduklarını söylüyorlar. Yani başkasının farklılığını ve kimliğini, başkalarının farklı olasılıkları deneme ya da pratik etme ihtimalini tanıyan ancak kendisi için daha konvansiyonel, tek eşli, evli ve aile bağları içinde bir gelecek tasavvur ettiklerini söylüyorlar. Öfkeli Genç Türkleri de tam da böyle bir sekülerleşme ama aynı zamanda muhafazakarlaşma eğiliminin bir parçası olarak okuyabiliriz dolayısıyla. Ozan Bal: Milliyetçi ideolojinin dönüşümü kadar milliyetçi profilindeki dönüşümün de önemli olduğunu belirtiyorsunuz. Bunu biraz daha açmak istiyorum. Görünen o ki, milliyetçi ailelerin çocukları daha seküler, daha kentli bir milliyetçilik pratiği arzuluyor. Peki, buna ek olarak ve belki de daha kitlesel olarak, zaten seküler ve kentli toplumsal kökenleri olan gençler, ailelerinin yabancı oldukları sert bir milliyetçiliğe rağbet ediyor olabilir mi? “Sosyolojik özellikleri hakkında çok az şey biliyoruz ve bu da bizi Türkiye’de bu tür toplumsal ve politik dönüşümleri anlamamıza yardımcı olacak gençlik ve kuşak araştırmalarına ne kadar ihtiyaç duyduğumuz gerçeğine götürüyor. Emel Uzun: Aslında bu tür bir milliyetçiliği benimseyen ve sonunda fikrimizin temsil edildiği bir politik dilin parçası hatta direk üreticisi olabiliriz diye harekete geçen milliyetçi gençlerin tamamının milliyetçi ya da muhafazakâr ailelerden gelip gelmediklerini bilmiyoruz. Bir kısmı pekâlâ daha seküler ideolojileri savunan ailelerden de geliyor olabilirler. Politik kimliklerindeki bu farkı ailelerinden aldıkları politik öğretiye karşı mı yoksa sokakta kendi deneyimledikleri karşılaşmalar sonucu mu ürettikleri kısmı da belirsiz. Sosyolojik özellikleri hakkında çok az şey biliyoruz ve bununla ilgili kapsamlı etnografik temelli araştırmalara ihtiyaç var gibi görünüyor. Bence sorunun can alıcı kısmı hali hazırda seküler ve kentli kitlelerin milliyetçiliğe gösterdikleri ilgi ile alakalı kısmı. Öfkeli Genç Türkler, AKP’nin siyasal İslamcı politikasına, MHP’nin onunla ittifak yapan tavrına, göçmen politikasına ve geleceksizliğe itiraz ediyorlar. Ve bu itirazı Türkçülüğü yeniden seküler bir bağlamda yorumlayarak kurumsallaştırmayı arzuluyorlar. Oysaki milliyetçilik sadece bu küçük milliyetçi odaklarla ve hareketlerle sınırlı bir şey değil bugün. Milliyetçi bir argümanı gündelik dilde kullanmak için hiç de milliyetçi olmanız gerekmiyor. Aksine kendine demokrat, solcu diyen pek çok kişinin de politik kimliğinin bir unsuru haline gelmiş durumda milliyetçi argümanlar. Göçmen karşıtlığı, hissedilen tehdit bu milliyetçi ve yabancı düşmanı dili Suavi Hoca’nın “topluma doğru genişliyor” diye ifade ettiği hareketle kavramaya çalışmak daha önemli geliyor bana. Herhangi bir sohbet sırasında cinsel kimliklerin özgürlüğünü son derece politik doğrucu bir yerden savunan bir genç, konu göçmen meselesi olunca aynı insan hakları, eşitlik vb. evrensel değerleri bir anda görmezden gelebiliyor. Çünkü bu dil artık hem politikacıların hem medyanın ürettiği nefret söylemi içerisinde son derece meşru bir biçimde kullanılabiliyor. Göçmen karşıtı politik sözün de farklı biçimleri var elbette. Ama nefret söylemi olduğunu tespit etmekte zorlanmayacağımız her tür ifade bugün toplumun her kesiminde son derece geçerli. Bununla ilgili bir itiraz ile karşılaşmıyorlar. Kimse ama bu bir insan hakkıdır deme cüreti gösterecek kadar güçlü hissetmiyor muhtemelen. Hatta bu tavrın eleştirilmesi durumunda zor durumda kalmanız çok daha mümkün. Bunun ne kadarı göçmen karşıtlığı ne kadarı AKP karşıtlığı bilmiyoruz. Ancak altını çizmemiz gereken milliyetçiliğin politik dile sinen, son derece makbul bir unsur haline gelmiş olması. Peki bu daha sert bir milliyetçilik mi? Yani gerçekten seküler kentli ailelerin çocukları sizin daha sert bir milliyetçilik dediğiniz şeye rağbet ediyor mu? Bu daha sert bir milliyetçilik gibi okunması gereken bir şey mi emin değilim. Ortamdaki farklı milliyetçilikler ve havada asılı duran göçmen karşıtı nefret söylemi balonunun içinde çıktığı düşünülerse o kadar da sert bir milliyetçilik biçimi olmayabilir. Milliyetçiliğin bugün kadar kitleselleşebilmesi onun kenarları yumuşatılarak, ortalama bir politik kimlikle de sahiplenilebilecek bir düzeyde alımlanabildiğini gösteriyor bence bizlere. Dolayısıyla milliyetçiliğin sunulduğu biçimiyle, olduğu gibi, alımlandığını düşünürsek eğer böyle bir tartışmaya girebiliriz. Ancak biz bugün artık milliyetçilik teorileri alanındaki gelişmeler sayesinde de biliyoruz ki etnik ve ulusal kimlik gündelik hayatta sıradan insan tarafından müzakere edilerek kullanılan bir şey. Sabahtan akşama kadar her an etnik ve ulusal kimliğimizi performe etmek için yaşamıyoruz. Ama yeri geldiğinde, bağlama göre o kimlik sınırları çerçevesinde pratik ediyoruz. Bazen susuyoruz örneğin, ya da bazen çıkarımız söz konusu olduğunda kendimizi değilleyen bir tavır alabiliyoruz. Dolayısıyla etnik ve ulusal kimliğin gündelik hayatın nerelerinde önemli hale geldiği, nerelerinde görmezden gelindiği gibi sorularla baş başa kalmış da oluyoruz. Sıradan insan bizim buradan bakarken kolayca “sert” dediğimiz bir milliyetçilik biçimiyle nasıl ilişkileniyor? Evet böyle bakınca daha sert bir milliyetçiliğe sadece teveccüh etmiyor, bunu kendi istikbali için gerekli de görüyor. Ama bu toplumcak bu seküler milliyetçiliğin parçası bireyler haline geldik anlamına da gelmiyor. Muhtemelen belli konularda sert ve uzlaşmaz tutumlar alınıyor, belli karşılaşmalarda bu ayrımlar görmezden geliniyor. Bu dili daha da sivrilterek mi kullanmak istiyor, yoksa kendi politik kimliğine halel getirmeyeceğini düşündüğü bir biçimde dolayımlayarak, kendine uydurarak mı iliştiriyor asıl bunu konuşmak ve bu sorulara cevap üretmek durumundayız. Bu da bizi Türkiye’de bu tür toplumsal ve politik dönüşümleri anlamamıza yardımcı olacak gençlik ve kuşak araştırmalarına ne kadar ihtiyaç duyduğumuz gerçeğine götürüyor. Kübra Kurt Çalışkan: Bilindiği üzere yakın zamanda Türkiye genel seçimleri olacak. Koalisyon tartışmalarının gündemde olduğu bu zeminde sizce ‘Öfkeli Genç Türkler’in milliyetçi hareket içinde ya da genel siyasal havada yaratacağı nasıl bir etki unsuru söz konusudur? Emel Uzun: Öfkeli Genç Türkler bence tam da bu ittifak siyaseti alanında ortaya çıkan kamplaşma ve sıkışmanın yarattığı tatminsizlik halinin ürettiği bir politik oluşum. Ancak bu iki kutup tarafından da temsil edilmediğini düşünen bir genç siyaseti olarak önerilen bu “yeni milliyetçilik” sadece onların temsil ettiği bir fikir değil. Yukarıda bu milliyetçileşmenin nasıl AKP karşıtlığı ile ilişkilenerek geliştiğinden bahsetmiştik. Bir de AKP-MHP ittifakının seçmeni üzerine konuşulması gerek. Aksi politikalarına rağmen, iktidarı oluşturan ittifakın seçmeni içinde geçerli ve ortak bir eğilim bu göçmen karşıtlığı. Üstüne üstlük orada sürekli ve sistematik bir biçimde işletilen bir terör dili meselesi var. Oradaki milliyetçilikler daha aşina olduğumuz bir yerden bir de bu göçmen karşıtlığı dili ile eklemlenerek ilerliyor. Yani hem muhalefet hem iktidar seçmeninin üzerinde bu kadar anlaştığı ve uzlaşı halinde olduğu bir meselenin genel siyasal havayı etkilememesi mümkün değil. Hatta kurucu bir önemi olduğu ve olacağı kesin. Ama özelde Öfkeli Genç Türklerin hala sınırları belirgin olmayan politik dili, genel politik alanda tek başına bir etki yaratabilecek durumda değil bence. Tam da var olmalarını mümkün kılan bir genel geçer ideoloji olarak milliyetçiliğin belirleyiciliğinden bahsetmek daha mümkün görünüyor. Asıl önemli olan soru da bu kadar farklı milliyetçilik ile seçimden sonra ne yapacağımız bence. Yazar Hakkında Lisans ve yüksek lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde tamamlayan Emel Uzun Avcı, 2016 yılında Edinburgh Üniversitesi’nde savunduğu “Personal Narratives of Nationalism in Turkey” başlıklı teziyle sosyoloji doktoru olmuştur. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Dr. Öğr. Üyesi olarak dersler vermektedir. Temel çalışma alanları milliyetçilik araştırmaları, toplumsal cinsiyet çalışmaları, anlatı araştırmaları ve siyasal iletişimdir. Referanslar: Aydın, S. (2022) “Ne Kadar Yeni? Neyin Devamı ya da Başlangıcı? Yeni Milliyetçilik”, Birikim 398-399, s. 7-25. Bora, T. & Aytürk, İ. (2022) Bahadır Dinçaslan ile Söyleşi: Yeni Milliyetçiliği Ayıran Özellik Sekülarist Meylinde, Birikim 398-399, s. 150. Cenk Özbay, Maral Erol, Cigdem Bagci & Nurcan Özkaplan (2022) “Secular but conservative? Youth, gender, and intimacy in Turkey”, Turkish Studies, DOI: 10.1080/14683849.2022.2085095

  • Webinar I: Genç Seçmen ile İlgili Mitler

    2023 Seçimlerine Doğru: Türkiye’de Gençlik, Siyaset ve Demokrasi Konuşmaları Aralık 2022 - Nisan 2023 İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak “2023 Seçimlerine Doğru: Türkiye’de Gençlik, Siyaset ve Demokrasi Konuşmaları” başlıklı 5 ay boyunca sürecek bir webinar serisine başladık. Serinin ilk webinarı 28 Aralık Çarşamba günü Genç Seçmen ile İlgili Mitler başlığıyla çevrimiçi olarak düzenlenecek. Genç seçmene dair medyada, siyasi partilerin ve siyasetçilerin söylemlerinde, anketçilerin anlık analizlerinde rastladığımız mitler neler? 2023 genel seçimlerine yaklaşırken gençlerin seçmen olarak önem kazandığı bir ortamda farklı gençlik kesimlerinin seçimlere, siyaset kurumuna ve demokrasiye yaklaşımını mercek altına almayı amaçlayan webinar serisinin ilk etkinliğinde gençlerin oy tavrı ve siyasal kültürlerine ilişkin dolaşımda olan sorunlu yaklaşımları değerlendireceğiz. Gençleri araçsallaştıran ve anlamaktan uzaklaşan siyasetin gençlikle ilgili ezberlerini konuşmaya davetlisiniz. Tarih: 28 Aralık Çarşamba – 19.00-20:30 Konuşmacılar: Demet Lüküslü Emre Erdoğan Yüksel Taşkın Moderatör: Cansu Ceylan Konuşmacılar Demet Lüküslü Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde yapan Lüküslü, Sosyoloji yüksek lisans ve doktorasını Paris’te Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de yapmıştır Türkiye’de Gençlik Miti: 1980 Sonrası Türkiye Gençliği (İletişim Yayınları, 2009) ve Türkiye’nin 68’i: Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi (Dipnot Yayınları, 2015) başlıklı kitapları bulunan Lüküslü, 2022 yılında yayınlanan Young People, Radical Democracy and Community Development (Policy Press, 2022) derleme kitabının Janet Batsleer ve Harriet Rowley ile birlikte editörlüğünü yapmıştır. Lüküslü’nün çalışmaları alanları gençlik ve kuşak araştırmaları, siyaset sosyolojisi, gündelik hayat sosyolojisi ve toplumsal hareketler olarak özetlenebilir. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin kurucuları arasında yer alan Lüküslü, Merkezin Koordinatörler Kurulu üyeliğini yürütmektedir. Emre Erdoğan Emre Erdoğan İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanıdır. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi alanında doktora derecesi bulunan Erdoğan, akademi ve sivil toplumda çeşitli projelerde araştırmacı ve kıdemli danışman olarak görev yapmıştır. Araştırmaları siyasi katılım, dış politika ve kamuoyu, çocuk ve gençlerin refahı, metodoloji ve istatistiğe odaklanmaktadır. Türkiye'de gençlik, Suriyeli mülteci gençlerin entegrasyonu, ötekileştirme, kutuplaşma ve popülizm konularında çalışmakta ve yayınlar yapmaktadır. Erdoğan İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin Danışma Kurulu üyesidir. Yüksel Taşkın Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimimi tamamladı. 2002 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yardımcı doçent olarak göreve başladı. 2015 yılında profesör oldu. 7 Şubat 2017’de Barış Bildirisine imza attığı gerekçesiyle üniversiteden ihraç edilen Taşkın, Cumhuriyet Halk Partisi Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürütmektedir. Çalışma alanları olan Türkiye siyaseti; Türkiye’de Milliyetçilik, Muhafazakârlık ve siyasal İslam; Demokratikleşme meseleleri; Ortadoğu’da toplum ve siyaset; Gençlik ve siyaset konularında çok sayıda kitap ve makaleler yayınladı. 2023 Seçimlerine Doğru: Türkiye’de Gençlik, Siyaset ve Demokrasi Konuşmaları Aralık 2022 - Nisan 2023 Türkiye’de gençler çoğunlukla seçim ve makro-siyaset merkezli güncel gelişmeler ekseninde de olsa siyasal ve akademik tartışmaların artan biçimde odağında yer almakta. “Z kuşağı ne diyor?”, “Türkiye’den beyin göçü”, “Gençler sandığa gidecek mi?” gibi başlıklar ve meraklı sorularla online platformlardan TV tartışma programlarına pek çok alanda sıkça karşılaşıyoruz. Gençleri yekpare bir toplumsal kategori olarak görme ve araçsallaştırma eğiliminin dışında kalan, gençleri anlama çabasına katkıda bulunan eleştirel araştırmacılarla, gençlerle ve siyasetçilerle birlikte gençlerin ortaklaşan ve ayrışan demokrasi algıları, talepleri ve tahayyüllerini, 2023 seçimleri ve sonrasına dair yaklaşım ve beklentilerini, siyasi partilerin gençlik politikalarını geniş bir zeminde tartışmayı amaçlıyoruz. Webinar serisi İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin 2023 boyunca odaklanmayı planladığı ‘Gençlerin Siyasal Katılımı’ ana çalışma alanının saha araştırmasını ve teorik çalışmalarını desteklemeyi amaçlıyor. 2022 yılında eleştirel gençlik çalışmaları alanından akademisyen, araştırmacı ve aktivistler tarafından kurulan İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi, farklı sosyo-ekonomik, ulusal, etnik, dinsel, cinsel kimlik ve aidiyetlere sahip gençlerin toplumsal ve kültürel yaşam dünyalarını anlamlandırmaya, gençlerin yaşadıkları eşitsizliklerle mücadele etmeye, gençler için eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü politikalar tasarlanması, geliştirilmesi ve uygulanmasına odaklanan eleştirel ve adalet eksenli bilimsel çalışmalar yürütüyor.

  • Laik ama muhafazakâr

    “Gençler cinsellik konuşmak konusunda daha açık, ancak Türkiye hala ‘seks-negatif’ bir yer” Söyleşi: Demet Lüküslü Aralık 2022 Cenk Özbay, Maral Erol, Çiğdem Bağcı ve Nurcan Özkaplan tarafından 2022 yılında kaleme alınan "Secular but conservative: Youth, gender and intimacy in Turkey” makalesi muhafazakârlık ya da sekülerlik kutuplaşma ekseni çerçevesinin dışında gençlik konusunun özellikle de gençlerin cinselliğinin konuşulmasını mümkün kılıyor. Makalenin yazarlarıyla İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak görüşme yapmak, bu araştırmanın öyküsünü bir de onlardan dinlemek istedik. Makalenin yazarlarından Cenk Özbay ve Çiğdem Bağcı sorularımızı yanıtladı. Makale hakkında konuşmaya başlamadan önce bize biraz araştırmanın öyküsünü anlatabilir misiniz? Bu ekip nasıl bir araya geldi? Bu konu üzerine bir araştırma yapma fikri nasıl doğdu? Cenk Özbay: Maral Erol’la ben zaten yıllardır beden, cinsiyet ve cinsellik alanlarında beraber çalışıyoruz. Bir noktada, ikimizin de çok sevdiğimiz ve ilham aldığımız Gül Özyeğin’in 2015’te çıkan kitabı New Desires, New Selves’te aktardığı araştırmasının üzerinden bu kadar sene geçti, hem ciddi bir AKP deneyimi yaşandı hem onun incelediği kuşak değişti hem de internet her şeyi dönüştürdü, dolayısıyla şimdi bu konulara bu sorulara yeniden bakmak çok iyi olur dedik. Sanırım böyle gelişti, daha sonra Nurcan Özkaplan, BAK imzacısı olduğu için ders vermekte olduğu kurumdan ayrılmak zorunda bırakıldı; kendisini de dahil etmek istedik, davetimizi kabul etti ve beraber araştırma yaptık. En son da Çiğdem Bağcı da bizi kırmayarak analiz kısmında yardımını esirgemedi. Böylelikle farklı disiplinlerden insanlar bir arada olduk. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak yöntem konusuna da kafa yormaya gayret ediyoruz. Araştırmanızın yönteminden de biraz bahsedebilir misiniz? Çiğdem Bağcı: Ben aslında projeye biraz geç dahil oldum, konuyu ilk duyduğumda sonuçların neler göstereceğini oldukça merak etmiştim. Tam da bu sırada grubun bir nicel yöntemciye ihtiyacı doğdu. Araştırmanın analizlerini yapmak benim için oldukça heyecan vericiydi. Çünkü bu konularda Türkiye’de bilimsel araştırma kapsamında oldukça sınırlı seviyede. Araştırmada hem nitel yöntemler kullandık; yani gerçek hayattan kesitleri dinleyip, gençlerin cinselliği nasıl algıladıklarını öğrenmeye çalıştık. Hem de nicel yöntemler kullanarak biraz da genel yargılara varabilmeyi amaçladık. Bu şekilde farklı yöntemler kullanarak araştırma sorularımıza farklı bakış açıları sağladığımızı ve sonucunda da daha bütünsel bir çıkarım yapabildiğimizi düşünüyoruz. Cenk Özbay: Konuştuğumuz insanların kendilerini feminist olarak tanımlamalarının arkasındaki hikayeleri, ya da LGBTI haklarını desteklemelerini açıklayışlarını, ya da önceki bir ilişkisinde yaşadığı duygusal şiddet deneyimini söze dökmesini, bize anlatmasını önemsiyorum, önemsiyoruz. Ama bir grup içinde kaçının kendine feminist dediğini de, kaç kişinin LGBTI haklarının uygulanmasına karşı olduğunu da, kaç kişinin mahrem ilişkilerde duygusal şiddet yaşadığını düşündüğünü bilmeye de önem veriyoruz. Bu ikili merak da bizi böyle bir “mixed methods” yani karışık yöntemler uygulamaya itti. “Gül Özyeğin’in bulguları 1980’lerin başında doğan gençler arasında cinsiyet kimliklerinin ve icralarının farklılaşmakta olduğunu belgeliyordu” Peki, bulgulardan konuşmak istiyoruz, ancak öncelikle Gül Hocanın (Gül Özyeğin) çalışmasının bulgularından başlayabilir miyiz? Sizi bu bulgular içerisinde en etkileyen ne olmuştu? Cenk Özbay: Ben, 2015’te kitap olarak çıkan bu proje için 2002-2003 yılları arasında kendisinin araştırma asistanlığını yapmıştım. Dolayısıyla benim Özyeğin’in bulduklarına ve yazdıklarına dair bilgim biraz daha içeriden ☺ Elbette onun yakaladığı veya değindiği çok konu var, çok boyutlu meseleler var ama özellikle belirtmem gerekirse: onun inceleme yaptığı gençler arasında (1980’lerin başında doğanlar) hem erkekliklerin hem de kadınlıkların, yani cinsiyet kimliklerinin ve icralarının, performanslarının, hem de cinselliğe yaklaşımlarının kendilerinden önceki kuşaklara göre farklılaşmakta olduğunu belgeliyordu. “Annemden farklı bir kadın olacağım” ve “babamdan farklı bir erkek olacağım” cümleleri telaffuz edildiği anda bunların arkasında gelişen ve bu ifadeleri mümkün ve arzulanır kılan sosyolojik ve sosyal psikolojik dönüşümlere odaklanıyordu. Bunların kristalleştiği yer de beklenebileceği üzere kimlik kurgulama, özne olmaya, benlik kurmaya çalışma ve başkaları ile duygusal ve cinsel ilişkiler kurma anlarıydı. Yani bir anlamda, Özyeğin’in tespit ettiği bu değişim anı, hem birer ideal olarak hem de tecrübe edilen gerçeklik olarak insanın kendisi bedeni ve başkalarıyla münasebetlerinde kilitleniyordu. Bunun yanında, heteroseksüel erkeklerin onun tabiriyle “ataerkil-olmayan” erkeklikler kurgulaması; “erkekler seks, kadınlar aşk ya da duygusallık arar” varsayımının gerçeği yansıtmayabileceğini, bu ikiliğin her zaman herkeste çalışmadığını göstermesi; ve genç gay erkeklerin kendilerine özgü duygusal ve cinsel dinamikleri olduğunu ama bunların da iktidar ilişkilerinden, güç ilişkilerinden, sınıf ilişkilerinden azade olmadıklarını göstermesi çok önemli ve ilham vericiydi. “AKP’nin bu toplumsal mühendislik projesinin işlemediğine kani olduk. Makalenin başlığı da buradan geliyor: Laik ama muhafazakâr” Sizin araştırmanızın bulguları Gül Özyeğin’in çalışmasından hangi açılardan farklılaşıyor, hangi açılardan benzeşiyor? Cenk Özbay: Herhalde en büyük benzerlik değişim ve dönüşümdür. Toplumsal değişme diye bildiğimiz mefhum en sarih ifadesine farklı kuşakların eğilimlerini, tercihlerini karşılaştırdığımızda erişiyor. Haliyle, Özyeğin’in 1980 doğumlularıyla bizim 2000 civarı doğanları benzer konularda konuşmaya davet ettiğimizde o da biz de bu insanların kendilerinden önce gelenlerden farklı şekillerde düşündüklerini, hissettiklerini, konuştuklarını ve hareket ettiklerini görebildik. Elimizde çok veri var, ama daraltmak gerekirse aslında bu araştırmayı tasarlamamıza neden olan iki bariz farklılıktan söz edebiliriz. 90’lar ve 2000’lerin başı Türkiye’nin çok daha liberal olduğu, daha özgürleştiği, siyasetçilerin ve devletin bireysel hayatlarımıza müdahil olma kapasitesini büyük oranda kaybettiği ve küreselleşmenin çok canlı hissedildiği zamanlardı. O günün gençleri de, Özyeğin’in kitabını okuyanların görebilecekleri gibi, müthiş bir kendini arama, kendini keşfetme, kendini gerçekleştirme arzusundalar ve onun tabiriyle bir “cinsel modernliğin” kapısındalar. Bizim konuştuğumuz gençler ise maalesef baskının arttığı, özgürlükçü söylemlerin cılızlaştığı, devletin kontrolünün ve sansürünün güçlendiği bir anda gençlik yaşamaya ve kendilerini kurmaya çalışıyorlar. Her şeyin keşfedilmesine ve denenmesine olanak tanıyan bir cinsel modernlikten çok, daha ziyade sakin ve ağırbaşlı bir özgürlükçülük bulduk denebilir. Şöyle özetleyebilirim: İsteyen istediğini yapabilmeli ama ben kendim için daha konvansiyonel bir yol seçme eğilimindeyim. AKP iktidarı geçen 20 yılda toplumu daha fazla “dindar ve muhafazakâr” kılmak için ciddi atımlar attı. Biz, konuştuğumuz ya da ankete katılan gençlerde bu yönde bir değişime şahit olmadık. AKP’nin bu toplumsal mühendislik projesinin işlemediğine kani olduk. Makalenin başlığı da buradan geliyor: Laik ama muhafazakâr. Gençler, Özyeğin’in konuştuklarından daha muhafazakârlar, ama bu dinsel bir muhafazakârlık değil, aksine haklar ve özgürlüklerin varlığı anlamında daha açık ve kesinlikle daha laik bir muhafazakârlık. Örneğin cep telefonlarındaki tanışma uygulamalarını kullanmanın normal olduğunu, herkesin buna hakkı olduğunu düşünüyorlar ama kendileri illa ki de kullanma eğilimde değiller; kendileri porno websitelerine girmek istemese de bunların tümünün birden Türkiye’de yasaklı olmasını kabul edilmez buluyorlar; kendilerini heteroseksüel olarak tanımlasalar da gay’lerin, lezbiyenlerin veya queer’lerin varlığını yadsımıyor ve baskı görmemeleri gerektiğini belirtiyorlar; ve elbette cinsel taciz, ilişki-flört şiddeti, duygusal ilişki içinde fiziksel şiddet, sanal taciz gibi konularda büyük bir farkındalık ve reddediş de var. “Tarihi geçmiş toplumsal kurguların başarısızlığa uğradığı yer gençler, dolayısıyla daha çok ve daha karmaşık gençlik araştırmasına ihtiyacımız var” Türkiye’de gençlik üzerine çok konuşulduğunu görüyoruz ama sizin araştırmanız gibi araştırmalar bulmak çok kolay değil. Bu açıdan sizin araştırmanız pek çok genç araştırmacıya ve gençlik araştırmacısına ilham verecektir. Sizler hangi konularda bir eksiklik olduğunu düşünüyorsunuz? Gençlerin cinselliği konusunda nasıl çalışmalara ihtiyacımız var? Çiğdem Bağcı: Ben toplumsal olarak gençlerin cinsellik hakkında konuşmak ve tartışmak ile ilgili eskiye göre daha açık olduklarını gözlemliyorum. Ama maalesef araştırma literatürümüzde özellikle zamana yayılan ve farklı dönemleri kıyaslayan çalışma çok nadir yürütülüyor. Çünkü toplumsal hayatta belki sıkça gözlemlediğimiz ya da sorguladığımız, ancak çoğu noktada bilimsel yöntemlerle test etmediğimiz konular bunlar. Bunun yanında farklı demografik özelliklere sahip, farklı çevrelerden gelen gençlerin daha yakından incelenmesi ve dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum, çünkü sosyal çevre, kültür ve aile dinamikleri gibi faktörler gençlerin bu konuları nasıl anlamlandırdığı ile yakından ilişkili. Cenk Özbay: Çiğdem’in dediklerine tamamıyla katılıyorum. Ek olarak, Türkiye her zaman ve hala “seks-negatif” bir yer, yani bundan konuşmamak gerekiyor, ayıp, tabu sayılıyor, yadırganıyor. Buna ek olarak, Türkiye son derece gerontokratik bir yer, yani yaşlıların gençler üzerinde iktidarı, otoritesi ve hegemonisi var. Yaşlılar ne derse o doğru zannediliyor ve tüm kurumların ve iktidarların başında onlar var. Gençler ve duygusallık, ilişkiler, cinsellik dediğinizde ise önünüze sadece yine yaşlılarca üretilmiş dejenerasyon söylemi çıkıyor, işte aman bunlar bozuldu, eskiden böyle miydi gibi. Bu da anlamsız ve geçersiz bir nostalji. Bizim ve diğer araştırmacıların gerçekten neyin ne yönde ve ne kapsamda değişmekte olduğunu çalışmamız gerekiyor, çünkü örneğin ne aşk romancıların anlattığı gibi bir şey, ne cinsellik porno temsillerine benziyor, ne de sanayi toplumunun gerekliliklerine göre ayarlanmış aile ve evlilik kurumu bugünkü ve yarınki ihtiyaçlara cevap veriyor. Tarihi geçmiş toplumsal kurguların başarısızlığa uğradığı, reddedildiği ve güncellendiği yer de gençler, dolayısıyla daha çok ve daha karmaşık gençlik araştırmasına ihtiyacımız var. Yazarlar Hakkında Cenk Özbay Sosyolog. Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Boğaziçi Üniversitesi ve University of Southern California’da (USC) eğitim almıştır. Neoliberalizm ve Mahremiyet (2011), Yeni İstanbul Çalışmaları (2014), The Making of Neoliberal Turkey (2016) ve Kültür Denen Şey (2018) derlediği kitaplar arasındadır. Queering Sexualities in Turkey (2017) başlıklı kitabın yazarıdır. Temel çalışma alanları erkeklikler, cinsellik, kent, hareketlilik, emek, neoliberalizm ve küreselleşmedir. Sabahat Çiğdem Bağcı Sabancı Üniversitesi’nde sosyal psikoloji alanında öğretim üyesidir. Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Surrey Universitesi’nde yüksek lisans ve Londra Üniversitesi’nde doktora yapmıştır. Grup içi ve gruplar arası süreçler alanında hem kuramsal hem de uygulamalı çalışmalar yürütmektedir. Temel çalışma alanları gruplar arası temas ve arkadaşlıklar, önyargı ve ayrımcılık, sosyal kimlik ve psikolojik iyi oluş gibi konuları içermektedir. Maral Erol Işık Üniversitesi’nde sosyoloji ve bilim ve teknoloji çalışmaları alanında öğretim üyesidir. Doktorasını Rensselaer Polytechnic Institute’dan almıştır. The Making of Neoliberal Turkey (2016) başlıklı kitabın derleyici editörlerinden biridir. Nurcan Özkaplan Emekli iktisat profesörü. Lisans ve lisansüstü eğitimini ODTÜ’de yaptı. Gazi Üniversitesi’nde 25 yıl ders verdi, Gazi Üniversitesi Kadın Çalışmaları Merkezi’nde görev yaptı.

  • “Biz Bu Ülkede Gençlere ‘Biz Yaşayacağız’ Dedirtmek İstiyoruz; O Yüzden Enes Bizim için Çok Önemli”

    Barınamıyoruz Hareketi ile Gençliğin Barınma Mücadeleleri Üzerine Söyleşi: Ozan Bal 23 Kasım 2022 Üniversitelerin yüz yüze eğitime döndüğü Eylül 2021’de bir grup gencin sokakta yatarak başlattığı eylemlerle ortaya çıkan Barınamıyoruz Hareketi, Türkiye’nin her yerinden nitelikli barınma hakkından mahrum gençlerin sesini duyurmaya devam ediyor. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak biz de gerçekleştirdiğimiz ilk söyleşimizle gençliğin barınma mücadelelerini Barınamıyoruz Hareketi’nden Ebru Sert’ten dinliyoruz. İki bölüm halinde yayınladığımız söyleşinin ikinci bölümü: Bu büyük sorun karşısında bir öğrenci hareketi olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz, nasıl bir misyon yükleniyorsunuz? Türkiye’de henüz görünür bir kiracı hareketinin gelişmemiş olmasını veya bir kiracı hareketinden önce bir gençlik hareketinin bu işe el atmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'de kiracı hareketi biraz imkansız. Şu açıdan imkansız bizim kirayı verdiğimiz kişi bizim iki üç üst katımızda oturuyor mesela. Biz onla yüz yüze bakıyoruz. Selamlaşıyoruz. Zaman zaman evine gidiyoruz çay içiyoruz. Almanya'daki veya farklı ülkelerdeki gibi değil. Yani kamuya bağlı değil. Yani Türkiye'de Ali Ağaoğlu gibi tiplemeler çok az aslında. Çok fazla mülkü elinde barındıran tamamen oradan kar üreten kişiler çok az. Onun dışında kalanlar mesela zaten emekli, o aldığı kirayla geçiniyor, bir de oturduğu kendi evi var. Yani geneli bu olduğu için bir kira hareketi çok mümkün değil. Biz de başta çeşitli talepler düşünürken aslında yani mesela öğrenci evleriyle ilgili devlete ne söyleyebiliriz diye düşündük. Sonuçta bunun muhatabı ev sahibi. Ev sahibi dediğin bir alt katında oturuyor, bir üst katında oturuyor, insan olarak birebir temasta olduğun biri. O açıdan ona karşı bir eylemsellik geliştirmek zor Türkiye'de. Onun dışında biz Barınamıyoruz Hareketi olarak Almanya'daki kira grev hareketini örgütleyenlerle temastaydık. Onlar bize ulaşmışlardı. Çeşitli deneyim aktarımı almak isterken aslında oradaki durum ile bizdeki durumun ne kadar farklı olduğunu fark etmiştik. O yüzden öyle bir şey çok mümkün değil. Ev sahibine bir şey dediğiniz zaman Emlakçılar Birliği başkanının “beş kişi aynı evde kalın öğrencisiniz zaten ne olacak” demesine laf etmekle aynı şey değil, ikinciye bir şey demen bir anlam ifade ediyor. Çünkü onun bir temsiliyeti var ve bir politika üretiyor. Ama ev sahibi aynı şekilde değil. Aslında kentsel dönüşüm karşıtı direnişleri düşünürsek barınma hakkı mücadelelerine dair bir temelden bahsedebiliriz. Ki şu anda da devam eden direnişler var, bunlarla bir iletişiminiz, dayanışmanız var mı? Tabii. Fetihtepe’yle, Şahintepe’yle, Tozkoparan’la, Tokatköy’le kentsel dönüşüme karşı mücadele eden mahallelerle iletişimimiz var, mümkün mertebe fikir alışverişindede bulunuyoruz. Onun dışında ihtiyaçları olan her an gitmeye çalışıyoruz. Yani mahalleye giderek çeşitli işlevler gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Hem hukuki yoldan bir mücadeleyi hem sokaktaki mücadeleyi onların yanında olarak biz de yürütmeye çalışıyoruz. Tabii kentsel dönüşüme karşı mücadele barınma hakkının en temel mücadelelerinden biri. Çünkü en temelinde evinden çıkarılan, barınma hakkı elinden alınan insanlardan bahsediyoruz. Evet biz öğrenci gençlik temelliyiz ama bunlara gözümüzü kapattığımız bir noktada değiliz. Onun dışında Hatay’da Özerli’de bir yıkım oldu. Olmadan önce Biz İstanbul’dan üç arkadaş oraya gittik, çeşitli milletvekillerini oraya yığdık, avukatlar yığdık vs. ama geç kalınmış bir müdahaleydi bizim açımızdan, daha önceden bilgimiz yoktu. Onun dışında farklı şehirlerdekiler de dahil bize ulaştığı müddetçe çeşitli dayanışmalarda bulunmaya çalışıyoruz. “Gençleri açlıkla terbiye etmeye çalıştılar” Farklı şehirlerden farklı yurtlardan iletişim halinde olduğunuz gençler var, yani farklı sorunları ve farklı süreçleri deneyimlediniz. Sizce barınma mücadelelerini kısıtlayan faktörler neler? Devlet baskısı haricinde, daha çok öğrenci hayatının içsel dinamikleri dahilinde sizi zorlayan durumlar da var mı? Örneğin yurt eylemlerinde harekete mesafeli bir tavırla karşılaştığınız durumlar da oluyor mu? Harekete mesafeli tavra hiç denk gelmedik gerçekten. Ankara’ya gittiğimizde, Ankara sınırında, otobanda gözaltına alındık. Daha sonra Ankara’nın Kahramankazan köyünde gözaltı işlemleri sürdü. Sonra akşam polis aracı eskortluğunda Ankara’dan çıktık. İki ay kadar sonra eyleme katılan herkesin KYK bursu ve kredisi kesildi. Yurtta kalanlar yurttan atıldı. Benim gibi tez döneminde olanların danışmanlarına özel bilgi geçildi. Okullara mailler gitti, bildiriler gitti, bunları soruşturmaya tabi tutun diye. O dönem aslında en çok da maddi olarak zorlandık. Seksen doksan kişinin KYK’sı kesildi. Bu insanların başka bir geliri yok, aileden gelebilecek öyle bir para yok. Bence bize vurdukları en büyük darbe buydu gerçekten. Açlıkla sınamak… Biz o dönem bildirilerimizde de çok geçirdik, gençleri hak mücadelesinde olduğu için ve demokratik haklarını kullandığı için açlıkla terbiye etmeye çalıştılar. Daha sonrasında biz çeşitli dayanışma tweetleri yaydık. Bir çoğuna çok az kişi katılmıştır, maksimum on kişiyi bulamamışızdır. Bir çoğuna burs bulduk. O dönem bizi çok zorlayan bir şeydi, çünkü birbirimizin yanına gelip konuşacak yol paramız bile yoktu. Tam KYK’nın yatırıldığı hafta kestiler. Halen daha KYK’larımız gelmedi geri. Benim de kesildi şu an. Onlar için dava açtık. Dava açmak için gönüllü avukatlarımız var, ama mahkemeye ödenen bir meblağ varmış, idari mahkemeye, idari dava açarken. Onlar için de bağış topladık. KYK yurtlarında şöyle bir sıkıntı oluyor, hemen atıyorlar. Bir arkadaşımız var FSM yurdundan, YTÜ’nün yanındaki yurt, dediler ki topla valizini gidiyorsun. Daha soruşturma sonuçlanmamış, atılıp atılmadığı belli değil, ama gidiyorsun deyip kapının önüne koydular. Yurt önünde bavul yaktık biz hani dönecek diye. Bu da gerçekten arkadaşın isteğiydi. Bana gel bavullarını al diyorlar, bavulu ne yapacağım, yakayım mı orada dedi, ‘aa neden olmasın’ dedim. Geçen sene Ocak ayı sonunda o bavulu yaktık. Sonra ertesi günde herkes zatürreydi, kar yağıyordu ama çok güzel eylemdi gerçekten, çok gerçek bir eylemdi. Aynı şekilde bizim KYK’ların kesildiği dönem yurtlara bir tebligat gitmiş, üç gün içinde çıkmazsan bu senin siciline etki eder diye korkutmuşlar arkadaşları, onları öyle çıkarttılar. Dedik ki çıkmayın yani onların öyle bir hakları yok. Üstelik dava açarız para alırız diye düşünüyorduk. Ama birkaç arkadaş çıkmış, onlar bir ara evsiz kaldılar tekrar başa döndüler. Bu tarz çok şey gördük. İşte gözaltılar, soruşturmalar ama hiçbirinde sorun çıkmadı. Geçen seneki Ankara gözaltımızın davası Kasımın 23’ünde görülecek. Ankara’ya gideceğiz. Onda bile mesela Ankara’da gözaltına alındığımız için Ankara’da dava görülür. Ek olarak sanıklar isterse İstanbul’a dava taşınır. Ama bizi, hepimizi farklı bir davaya verecek şekilde, örneğin benimki Çağlayan’da, başkasınınki Kartal’da hepsinin de günleri farklı olacak şekilde yardımcı mahkemelerde dava açmışlar. Biz bunları reddettik. Ankara’ya gelip savunma yapacağız, ifade vereceğiz. Güzel de bir savunmamız olacak, hem basını da içeri aldırtacağımız bir şey yapacağız. Yani devlet tabii her koldan o baskı aygıtlarını üzerimizde kullandı. Halk nezdinde rıza üretemediği için bizim için son kertede bir sorun oluşturmadı. Çünkü gençlik gözaltılarına alışık, tutuklamalara bile alışık gençlik, Boğaziçi sürecinden dolayı. O yüzden bizim için sıkıntı yaratmadı. Özellikle açlıkla terbiye etme denemesi tabii bizim açımızdan daha zorlayıcı, onu da bir şekilde dayanışma ile hallettik. Başlangıçta sokaklarda yatarak dikkat çekmiştiniz, sonra Ankara’ya gitme girişiminiz olmuştu, Enes Kara için de bir eyleminiz vardı ve tabii yurtlarda gerçekleşen iletişimde olduğunuz eylemler de var, başvurduğunuz araçları ve yöntemleri neye göre seçiyorsunuz? Bu seçimlerinizde ne gibi imkanlar ve kısıtlılıklar gözetildi? Sokakta yatmak şöyle oldu. Biz dedik ki bu insanların kalacak yerinin olmadığını nasıl teşhir edebiliriz. Çok düz mantık bir şekilde sokakta yatarak dedik. Gerçekten denenmemiş bir eylem pratiğiydi. O biraz öyle gelişti, çok da düşünmedik üzerinde açıkcası. Çünkü amaç bu sorunun olduğunun kabul ettirilmesi, bunun teşhiriydi. Ankara’ya gidiş de dediğim gibi, 2022 bütçe tartışmaları oluyor mecliste, çeşitli partilerin milletvekilleri bize ulaşıyor. Şöyle yapacağız, böyle öneri vereceğiz falan diye ama bunlar yeterli değil, biz temsiliyet düzeyinde kendi kendimizi temsil ettiğimiz bir şey istiyorduk. O yüzden biz 12’inci ayın 12’sinde saat 12 diye planladık ama saat 10’da gözaltına alındık. Miting yapacağız dedik. Bu mitingi de zaten gençlere tamamen gözlerin kapandığı, kulakların tıkandığı bir dönemde olduğumuzu düşünerek kör göze parmak sokmak niyetiyle bunu yaptık. Beklediklerinden çok daha kalabalık olduğumuzu göstermekti niyetimiz. Onun dışında tabii gençlere sormadan gençler hakkında karar almalarına karşı bir şeydi bu. Bu aslında nöbetlerde konuşulmaya başlanmış bir şeydi. İnsan ciddi olamadığı şeyleri şaka yaparak söyler ya. Öylesine birbirimize Ankara’ya mı gitsek falan diyorduk. Buradaki mesele aslında muhatabımızın karşısına çıkmaktı. Bizim muhatabımız Meclisti. Biz de o yüzden Mecliste yani Ulus’ta açıklama yapıp Meclis'e yürüyecektik. Niyetimiz oydu. Muhatabımızın karşısına dikilmekti. Bu da madencilerden örnek aldığımız bir eylem pratiğiydi. Sonrasında bu oldu veya olmadı. Ama yine de yapmış bulunduk. “Enes ile birlikte tükenmiş gençlere dair bir yükümlülüğümüz olduğunu fark ettik” Enes Kara'ya gelince, biz Enes'in ilk haberini aldığımızda Barınamıyoruz’dan birkaç arkadaşla yan yanaydık ve ilk yaptığımız hareket okumayı bırakıp Barınamıyoruz formunu dolduran kişilere bakmak oldu. Enes doldurmuş mu acaba diye. Çünkü bizim için diğer bir kitle gerçekten cemaat yurtlarında kalanlar. Yani onlara yönelik çok net eylem çalışmaları yapamıyoruz ama sürekli iletişimdeyiz. Oradan ayrılma niyeti olan, zaman zaman çok sıkışmış bunalmış hisseden arkadaşlarla bir ekibimiz var, onlarla da iletişim halindeyiz. İşte Enes'te ilk yaptığımız formlara bakmak oldu ve orada gerçekten şeyi fark ettik aslında, bizim tükenmiş gençlere dair bir yükümlülüğümüz varmış. Onu o an fark ettik. Yani Enes gibi bize ulaşmaya çalışmış, ulaşamamış ve intihar etmiş ama bilmediğimiz çok fazla kişi de olabilir. Çünkü biz haliyle o iki bin kişinin iki binine de ulaşamadık. Hepsiyle çok vakit geçirmedik, çok konuşamadık, dertleşemedik, hemhal olamadık. Tabii herkesin sorununu da çözemedik. O yüzden aslında Enes'in anlattığı her şeyi hepimiz tek tek yaşıyorduk. Hala yaşıyoruz. Zaten eylemin sloganı da buydu. Bu düzen hayatımızı çalıyor, biz bu düzende yaşayamıyoruz. Hatta benim çok sevdiğim bir görüntü var o eylemden. Bir arkadaşımız gözaltına alınırken “biz bu ülkede gençlere ‘biz yaşayacağız!’ dedirtmek istiyoruz” diyor. En özet hali ile Barınamıyoruz’un amacı bu. Yani bu ülkedeki gençlere biz yaşayacağız ve iyi yaşayacağız dedirtmek ve buna yönelik insanlığı bir mücadeleye sokmak istiyoruz. O yüzden Enes bizim için çok öncelikli, çok önemli. O eylemi çeşitli gençlik örgütleriyle birlikte yaptık. Barınamıyoruz öncülüğünde oldu. Barınamıyoruz’un belirlediği yerde oldu, Taksim Meydanı’nda. Yıllar sonra gençler ilk defa eylem yaptı İstiklal'de. O eylemde çok çeşitli sloganlarda ortaya çıktı. Bir arkadaş çok sinirliydi ve bir gün önce Soylu “Kürtler sizden nefret ediyor!” demişti. Arkadaş “Gençler sizden nefret ediyor! Gençler sizden nefret ediyor! Gençler sizden nefret ediyor!” diye solculuğun dışına çıkan bir slogan attı. Ondan önce çok çeşitli örgütler orda ajitasyon çekti, bir şeyler anlattı, bunların hiç biri internette yayılmadı. Ama o arkadaşın o üç cümlesi mesela çok yayıldı. Çok gerçekti, gerçek bir tepkiydi. İçten gelen bir tepkiydi. Enes’in eyleminde gözaltına alınanlara dava da açıldı şimdi. Okullarda da soruşturma açıldı ondan dolayı. Böyle şeyler de yaşandı, tabii ki yurttan atılanlar da oldu o eyleme katıldığı için. Ama değer tabii. Gezi’den beri çok konuşulan bir mesele var: gençliğin mizahlı dili. Tabii gençliğin kurumsal siyasete karşı tavır alırken, yani siyaseti tiye alırken zaten uzun yıllardır başvurduğu bir şeydi bu. Ancak Gezi’de bunun düşünüldüğünden daha siyasi bir biçim alabildiği görüldü. Yine de her konuda ve her eylemlilikte buna başvurulmayabilir. Ki bazen bu dilin eleştirisine de tanık oluyoruz. Sizin sosyal medya paylaşımlarınızda dikkatimi çeken şeylerden birisi, mizahlı paylaşımlar yapmıyor olmanız. Bu bilinçli bir tutum mu? Veya bu özel olarak uyguladığınız bir şey değilse bile barınma sorununa ve toplumsal hareketlere dair perspektifinizin bir çıktısı olabilir mi? Yapmıyor muyuz? Bence yapıyoruz. Şöyle, çok fazla değil çünkü yılan ısırmış yatağında haliyle esprisini yapamıyoruz. Mesela şey olmuştu Soylu hepimizi işte şu an gerçekten hali hazırda olmayan örgütlere yerleştirdiğinde, şu şu üçünün bilmem ne, beşinin bilmem ne örgütlerine üye olduğu tespit edilmiştir haberini alıntılayıp “beşinin de Netflix üyesi olduğu tespit edilmiştir” yazmıştık mesela, bence o çok komikti. Ama gerçekten onun dışında bizim komedimizi daha çok karikatüristler bizi çizerek yapmış oldu. Çünkü bir yerde şakasını yapamıyorsun. Gerçekten aç kalmış, açıkta kalmış, zehirlenmiş falan çok o espirili dili kullanamadık evet. Aslında atıyorum yurtlarla ilgili bir meselede “öyle mi @kasapoğlu” falan yapıyoruz yani. Daha şey resmi dil veya işte bu düzeni değiştirince artık Kasapoğlu falan değil de hani daha doğal olmaya çalışıyoruz. Biraz tweetlerimizdeki mesele o. Bir de öğrenci dili aslında bazı şakalar. Nasıl o Edirne'deki yurtla ilgili çok şaka yaptı insanlar tweet’i alıntılayıp. İşte örgülü öğretime devam ediyor. Çok komik şakalar yapılmıştı ama işte tabii öyle bir şey çıkmış insanların yurdunda, onu şakayla paylaşamıyoruz çözülmesi gereken bir sorunun ciddiyetini alıyor o zaman. Ama ben yapılan şakalara çok güldüm. Yani bilinçli bir tutum değil bu işin özü. Sadece doğal olmaya çalışıyoruz. Mutlaka tweetlerimizde muhatabı belirlemeye çalışıyoruz. İşte o ilin KYK müdürü mü, yoksa Kasapoğlu mu. Bu şekilde taktiksel atışlar için muhattap belirlemeye çalışıyoruz. “Bu saatten sonra yapacağımız şey bunun çözümüne odaklanmak” Son olarak, hem bir öğrenci hareketi olarak önümüzdeki süreçte öğrenci hareketlerine dair öngörüleriniz neler hem de bir barınma hareketi olarak hareketinizin daha geniş kesimlere yayılması veya başka barınma hareketlerinin de ortaya çıkması şeklinde bir kitleselleşme öngörünüz var mı? Biz bu sene şeyi düşündük, geçen sene parkta yattık ve çok kitleye ulaştık ama bu sene bunu yapamayız diye konuştuk. Çünkü bu bir kere yapıldı, çok da güzel tuttu ama bunu bir daha yapmak sığ bir hareket olur. Ya da onun dışında bu sene tekrar böyle simgesel bir eylem yapmanın gerekli olmadığını konuştuk. Çünkü bizim amacımız baştan beri bahsettiğim gibi bu meselenin teşhiriydi başta. O eylemle o teşhir gerçekleşti. Şimdi bu saatten sonra yapılacak şey bunun çözümüne odaklanmak. Tabii bunu kitleselleştirmek çok önemli ama geçen seneki kadar kitlesel bir gücümüz var mı dersek yani iş yapacak insan olarak var evet. Ama haliyle herkes bir şekilde hayatını bir yoluna koydu yani geçen sene dedik ya birinci sınıf, ikinci sınıf, üçüncü sınıf vardı mesela atıyorum ev arayan. Bu sene sadece birinci sınıflar vardı. Şimdi evler çok pahalı olduğu için herkes yurtta kalıyor. Geçen bir harita gördüm İstanbul’da semt semt eskiden çok öğrenci mahallesi olarak bilinen mesela Kocamustafapaşa, yani herkes öğrenciydi, şimdi mesela çok azalmış falan. Çünkü herkes yurtta kalıyor artık bir şekilde. İşte yurtların kapasitesi çeşitli yollarla her ne kadar yollar doğru olmasa da arttırıldı. Bir şekilde insanlar bir kalacak yer buldu ama bu sefer nitelikli barınma yok, nitelikli yaşayamıyorlar. Yani şimdi mesele artık bunun çözümünde. Çünkü gençler biz yaşamak istiyoruz derken ya ben böyle yaşamak istemiyorum diyebilsin istiyoruz. “Ben salyangoz çıkan bir yemeği yemek istemiyorum”, “iki haftada bir zehirlenmek istemiyorum”, “sıcak su akmayan bir odada yaşamak istemiyorum” diyebilsinler istiyorum. Yani onun için de biraz güç göstersinden ziyade daha tekil tekil çalışmalarımız oluyor. Mesela Boğaziçi’nde bir kazanımımız oldu sene başında. Hazırlık taşındığı için çok kişi açıkta kalmıştı. Üç yüz kadar kadın öğrenciydi. Bir yurda başta yerleştiriyorlar, sonra atıyorlar, sokağa yani. Görüştük. Kimisi diyor ki “gelemeyeceğim İstanbul’a, ailem yollamıyor şu an kalacak yerim olmadığı için” vs. Sonra tabii biz bu meseleyi çözdük ve çözmemiz gerçekten üç gün sürdü.

  • “Nöbetler Başladıktan Sonra Yurt Meselesinin Tahmin Ettiğimizden Daha Ciddi Olduğunu Anladık”

    Barınamıyoruz Hareketi ile Gençliğin Barınma Mücadeleleri Üzerine Söyleşi: Ozan Bal 22 Kasım 2022 Üniversitelerin yüz yüze eğitime döndüğü Eylül 2021’de bir grup gencin sokakta yatarak başlattığı eylemlerle ortaya çıkan Barınamıyoruz Hareketi, Türkiye’nin her yerinden nitelikli barınma hakkından mahrum gençlerin sesini duyurmaya devam ediyor. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak biz de gerçekleştirdiğimiz ilk söyleşimizle gençliğin barınma mücadelelerini Barınamıyoruz Hareketi’nden Ebru Sert’ten dinliyoruz. İki bölüm halinde yayınladığımız söyleşinin birinci bölümü: İlk eyleminizde üniversitelerin yüz yüze eğitime dönüşünden sonra İstanbul’da yaşanan kira artışlarına tepki göstermiştiniz, sonraki süreçte ise Türkiye’nin her yerinden yurt sorunlarının gündeme getirilmesine önayak oldunuz. Hareketin oluşum safhasında nasıl bir öngörünüz vardı ve bu zamanla değişti mi? Yani bir konut krizi hareketi olarak mı yoksa bir yurt problemleri hareketi olarak mı yola çıkmıştınız? Ya da istediğiniz bu ikisi arasında bir hat örmek miydi? Başlangıcında aslında biz yurt meselesini bu kadar tahmin etmiyorduk. Biz bunu konuştuğumuz zaman Ağustos sonlarıydı yaklaşık. Zaten Eylül'ün 19’unda da ilk nöbeti yaptık. Biz o zaman dedik ki, iki dönem ilk defa üniversiteye gelecek, ilk defa üniversitesinin olduğu şehire gelecek, bir şekilde, tabii pandeminin yarattığı ekonomik krizden de kaynaklı olarak, emlakçılar ve ev sahipleri bunu fırsata çevirecek. Bir de üstüne bu kadar fazla kişi yurt bulmaya çalışacak. Normalde üçüncü sınıf bir öğrenci çoktan evine çıkmış oluyordu yani yurtta kalanlar genelde birinci ve ikinci sınıflar oluyordu. Şimdi üçüncü, ikinci, birinci sınıfların hatta dördüncü sınıfların hepsi bu şekilde kendine kalacak yer bulmak zorundaydı. Bu da yani haliyle hem bahsedilen konut krizi eğer gerçekten varsa, ki ben böyle bir şey olduğunu onaylamayarak bunu söylüyorum, bu sefer fiyata yansıyacaktır bu mesele. Yoksa da yine de öğrencilerin Ağustos başında kaydettikleri ilanlardan Ağustos sonuna, Eylül başına doğru kiraların iki katına, üç katına çıktığını gözlemledik. Çeşitli ibareler yer alıyor, memura ev, öğrenciye verilmez gibi. Buradan da zaten emlakçıların bunu kendi lehlerine çevireceklerini, yeni gelen en az iki dönem hiç üniversiteye gitmemiş öğrencilerin böyle bir durumla karşı karşıya kalacaklarını biliyorduk. Bizim eylemlere başlamamızın sebebi aslında haberlerde görüyoruz devlet yetkilileri konuşuyor, Emlakçılar Odası Birliği Başkanı konuşuyor, evler şöyle artacak böyle olacak ama öğrenciler adına kimse konuşmuyordu. Aslında biz bu meseleye öğrencilerin yani gençlerin konuşmasını ve konuşturulmasını sağlamak temelinde başladık. Nöbetlere başlarken ne kadar süreceğini bilmiyorduk. Böyle bir öngörümüz yoktu. Hatta ilk günden bu kadar destek alacağımızı düşünmüyorduk. Bir hafta sonra bu kadar destek alır diye düşünüyorduk. Ilk günlerde trendtopic’e girdi. Yüzlerce meselemiz oldu yani bir haftanın sonunda yaklaşık iki bin kişi form doldurdu. Bu formlarda şöyle bir çeşitlilik vardı. Bir kısım ben de barınma sorunu yaşıyorum diyenlerdi, bir kısım dayanışmada bulunmak istiyorum diyenler. O süreçte şöyle şeyler de yaşadık. Barınamıyoruz’un bir hattı vardı. O hattı arayıp işte ağlayan teyzeler, ben kızımı gönderemiyorum diyen babalar… Özellikle nöbetler başladıktan sonra biz meselenin gördüğümüzden, tahmin ettiğimizden daha ciddi olduğunu anladık. Çünkü mesela o bize ulaşanların bir kısmı çocuğumu yollayamıyorum, okulunu donduracağız ya da ben gelemiyorum üniversitenin olduğu şehire o yüzden okulu donduracağım, yapacak bir çözümüm yok diyenlerdi. Yani aslında artık bu barınma sorununun eğitim hakkının engellenmesine doğru gittiğini gözlemlemiş olduk. “Literatürümüze nitelikli barınma diye bir kavram girmiş oldu” Bu kadarını gerçekten tahmin etmiyorduk. Nöbetleri bitirdik, sonrasında bir konferans yaptık. Bu konferansa kadar bize çeşitli yurtlardan, özellikle KYK yurtlarından insanlar ulaşmaya başladı. Onun dışında birkaç yurtta eylemlerin görüntüleri atılmaya başlandı bize, özel mesaj olarak, paylaşıp yayar mısınız diye. Onlarla iletişime geçtiğimizde aslında yurtlarda çok fazla sorun olduğunu gözlemledik. Yurtların fiyatları geçen sene bu senekinden daha pahalıydı. Dört yüz elliydi. Haziran sonunda bir zamlandı ama şimdi bu Eylül'de tekrar geri çekildi. O dönem çok fazla ulaşım sorunu vardı yurtların, yemekhanelerde kıl çıkıyordu, böcek çıkıyordu. Biz o zaman fark ettik aslında buradaki barınma sorununun sadece öğrencilerin kalacak bir yer bulmasıyla alakalı olmadığını, o zamandan sonra da aslında literatürümüze nitelikli barınma diye bir kavram girmiş oldu. Yaklaşık geçen sene Kasım yani tam geçen sene bu zamanlardan itibaren aslında biz barınmak dört duvar ve bir çatı altında kalmak değildir, nitelikli barınma hakkı istiyoruz diye bir şiarla KYK yurtlarındaki arkadaşlarımıza ulaşmaya başladık. En son gördünüz mü bilmiyorum ama mesela Edirne Selimiye KYK yurdundaki görüntüyü fotoşop zannettik başta. Dedik ki dalga geçiyorlar yani bu da olmaz. Dev bir böcek ve normalde görmediğimiz bir böcek, yılan sokmuş vesaire. Gerçekten dalga geçiyor zannettim. Paylaşmadan önce bir bilgisayar mühendisi arkadaşa videoyu attık ve bu videoyla oynanmış mı diye kontrol ettirdik. O hayır oynanması mümkün değil dediği için biz videoyu paylaştık. Bu tarz şeyler yaşadık, çok aklımızın hayalimizin almayacağı ve benim gerçekten bir sene önceki perspektifimin yetmeyeceği sorunlarla karşılaşmaya başladık. Yurduna giderken bıçaklananlar, yolda hiç ışık olmadığı için, ulaşım olmadığı için bıçaklananlar, yemekten zehirlenenler, akan çamurlu sudan zehirlenenler, yatağında yılan ısıranlar yani çok çeşitli sorunlar olduğunu biz o zaman keşfettik. Şu anda Barınamıyoruz Hareketi neye odaklı diye baktığımızda aslında şu an anlık pratik olarak KYK yurtlarına odaklı bir durumdayız. Çünkü bu sorunları da çözebildiğimizi gördük. Yani şu ana kadar sekiz-dokuz yurttaki sorunu çözmüşüzdür. Onun dışında tabii öğrencilerin yine öğrenci evlerinde kalamaması, çok zor koşullarda kalması, iki-üç ek iş yapması okulundan feragat etmesi vs. ya da bir yerden sonra ailelerin yanına dönmesi yine gündemimizde. Ama aktif pratik çalışmalar açısından KYK yurtları şu an daha öncelikli açıkcası. Çünkü KYK yurtlarında yeni yönetmelik de değişti ve bu yönetmelik yurttan atılmayı çok kolaylaştırıyor. Yani bir grupta herhangi kötü bir şey söylemek, bu gün yemek kötüydü desen bile, yönetim atabiliyor seni, böyle bir hakkı var artık yönetmeliğe göre. Bunun gibi çeşitli aslında öğrencileri belirsizlik haline sürükleyen ve korku iklimine sokan uygulamalara karşı mümkün mertebe bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Başlangıçta bunu tahmin etmiyor muyduk? Hayır gerçekten tahmin etmiyorduk. Açıkçası ben meselenin bu kadar büyük olduğunu da biz nöbete başladıktan sonra fark ettim. Dediğim gibi bizim fark edemediğimiz çok fazla şey ortaya çıktı. Çok fazla insanın bundan muzdarip olduğunu ve aynı zamanda bundan muzdarip olmayan çok fazla insanın da bir şeyler yapmak istediğini gözlemlemiş olduğunu gördük. Barınma sorununa önemli ölçüde dikkat çektiniz. Bu ilk etapta önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan kimi söylemleriniz toplum genelinde bir barınma sorununa ya da belki Engels’e referansla konut krizine işaret ediyor olsa da, daha çok üniversite yurtları etrafında karşılık buluyor gibisiniz. Sizce durum ne, barınma sorununu nasıl tanımlıyorsunuz ve hedeflediğiniz biçimde tartışıldığını düşünüyor musunuz? Biz geçen sene ilk başladığımızda çok çeşitli karalama kampanyalarına maruz kaldık. İçişleri Bakanı çıkıp işte hepimizi çeşitli harflerin yan yana geldiği belli örgütlere yerleştirdi, adını bile duymadığımız. Cumhurbaşkanı çıkıp bunlar öğrenci değildi vs. söylemlerde bulundu. Yani biz bunların hiçbirine cevap verme gereksinimi dahi duymadık. Çünkü bizim ulaşmak istediğimiz kitle bu sorunu yaşayanlardı ve bu sorunun yaşandığının farkında olmayan ama bir farkındalık halinde bir şeyler yapmaya meyledebilecek insanlardı. Biz bunlara ulaştıktan sonra gelen tepkileri çok dikkate almadık açıkçası. Ama bu tepkiyi verenler bir ay sonra Ekim sonlarında bütün büyük şehirlerde minimum bir tane belediye binasını öğrencilere açtı misafirhane adıyla. Süresi belli değildi, bir aylık mı açtı, üç aylık mı açtılar. Ama hala açık bu misafirhaneler. Bunu bir kazanım olarak görüyoruz açıkçası. Böyle bir sorun olmadığını iddia edenler bile bu sorunun olduğunu kabullenip aslında buna dair kendilerince bir çözüm geliştirmeye çalıştılar. Onun dışında, yurtlarda sadece meseleyi sosyal medyadan paylaşarak bitirmiyoruz, gönüllü bir avukat ekibimiz var, ulaşıyorlar çeşitli dilekçeler yazılıyor, mahkemelere çıkılıyor, davalar açılıyor. Bu davalar sonucunda yurda geri alınanlar oluyor ya da pisliğe dair kanıtlarla birlikte idari mahkemeye dava açıyoruz. Bazen çeşitli milletvekillerine onların bölgesinde olan yurtlarını aratıyoruz. Meseleyi acil çözmeleri için vs. Yani konut krizi zaten bir kapitalizm sorunu aslında. Kapitalizm değişmeden, yıkılmadan bu sorunun çözümleri de imkansız. Bir konut krizinin, bir mülkiyet krizinin… O yüzden bize sadece iktidar tarafından değil çok farklı yerlerden de çeşitli eleştiriler gelmişti. Bu meseleye sadece böyle bakamazsınız. Bu mesele böyle çözülecek bir mesele değil. İşte bu mesele devrim meselesi vs. gibi çeşitli doğru söylemler gelmişti. Biz de bunu kabul ediyoruz zaten. Konut krizi dediğin gibi Engels’den beri var olan bir şey zaten. “Bizim öğrencilerin barınma sorununa odaklanmamızdaki amaç, en dinamik yıllarının bu tarz sorunlarla heba olmasına karşı bir duvar örmek” Ama bu konut krizi de şu an bahsedilen o “İstanbul'da ev yok ki ya” tarzında bir konut krizi değil. Biz de bu yüzden aslında işte bütün göçmenlerin, kadınların, transların, Y kuşağının, X kuşağının barınma sorunundan ziyade bunların hiçbirini dışarıya atmayacak şekilde öğrencilere odaklanmamız gerektiğini düşündük. Bunun da nedeni işte belli bir geliri yok bu öğrencilerin KYK bursundan, kredisinden başka. Kendi hayatını inşa etmek için çok önemli bir yer üniversite. Büyük çoğunluk gelip burada okuyup işe başlayıp aslında bir çeşit özgürleşmesini sağlıyor. Aile evine dönen özellikle kadınlarda çok büyük sıkıntılar çıkıyor. Bizim öğrencilere ve gençlere odaklanmamızın sebebi aslında kendi gücümüzle alakalı bir şeydi. Yani biz bunun bu kadarını yapabileceğimizi ve bizim de büyük çoğunluğumuzun genç olduğunu bildiğimiz için bu kadarına odaklandık. Hatta arkadaşlar çeşitli sorunları dile getirip yani örnek veriyorum Boğaziçi’ndeki arkadaşlar kadınların ve transların barınma sorunu olduğunu söylediğinde… Yani bu bir hareket, sen buna dair neresinden ne yaparsan zaten bizim kabulümüz. Bizim ismimizle de yapabiliriz hiçbir sıkıntı yok ama bizim şu an gücümüz de buna yetiyor. Öncelik verdiğimizin de bu olduğunu herkese aktarmıştık. Hatta Y kuşağı barınamıyor diye bir ekibimiz var. Özellikle beyaz yakalılar. İşte onlar da barınma sorununa, kiraların çok arttığına dair kendi aralarında görüşmeler vesaire yapıyorlar ama bizimki gibi bir eylemlilik sürecine girmediler hiç. Ama bizim öğrencileri hedef almamızdaki amaç aslında en dinamik yıllarının bu tarz sorunlarla heba olmasına karşı bir duvar örmek. Gençleri şahsiyetsizleştirdiğini düşünüyoruz bu düzenin. Aslında bir şekilde kendi hayatı için arkadaşının hayatı için sıra arkadaşının hayatı için mücadele ederken şahsiyet kazanılıyor. Bir nevi de kazandık bu şahsiyeti. Bu sebepten Barınamıyoruz sadece öğrenci odaklıydı, öğrenci gençlik odaklıydı. Gönül ister tabii herkesin bu sorunu çözülsün ama herkesin sorunun çözülmesinde gerçekten tek yol olduğunu biz de düşünüyoruz. Barınma sorunu tanımınızı almışken, evsizliği nereye koruyorsunuz diye de soracağım. Zira öğrencilerin barınamamasını bir evsizlik hali olarak da düşünmek mümkün. Başlarda böyleydi aslında. Gerçekten mesela bizim de dört beş arkadaşımız farklı farklı şehirlerden İstanbul'a gelmişti, iki arkadaşımız da İstanbul'dan Kocaeli'ne gitmişti ve kalacak yeri yoktu. Yani akraba evi, arkadaş evi de bir yere kadar zaten. Mesela gerçekten parkta sabahladığımız zamanlarda eğer biz onu bir eylem biçimi olarak yapmasak da parkta sabahlayacak arkadaşlarımız vardı. Bu açıdan bizim için evet başta barınma sorununu evsizlik olarak alıyorum. İlk başta gerçekten dört duvarın ve çatının olmadığı bir halde… Dediğim gibi KYK yurtları mesela işin içine sonradan girdi. Bizim çeşitli deneyimlerimizle bir yerden sonra güçlenmemiz de işin içine girmiş oldu. Ama başta gerçekten öğrencilerin kalacak yeri yok diyerek çıkmıştık. Hatta ilk gün polis saldırısı tehdidi ile karşı karşıya kaldığımızda bir arkadaşımız bir söylemde bulunmuştu. “Bu insanların gidecek yeri yok ve bunların gidecek yerinin olmaması sorun değil de parkta yatması mı sorun” diye. Bizi o gün yirmi kişi aynı anda bir parkta yatmak eylemdir diye gözaltına almaya çalışmışlardı. Sonra gelen tepkiden özellikle sosyal medyadaki tepkiden sonra geri çekilmişlerdi. Yani başta evet buydu. Tabii ki sadece evsizlik değildi ama öğrenci evleri odaklıydı. Öğrenci evleri çok zamlanacak bu insanlar bu parayı verseler de sosyal hayatlarından kısacak, yemelerinden içmelerinden kısacaklar diye özellikle buydu. Sonrasında KYK yurtlarının çok çok büyük bir sorun olduğunu fark ettik. Çünkü eskiden KYK yurtlarında bu kadar eylem olmazdı. Bu kadar duymazdık yani. Yemekler kötü denilirdi ama öğrenci zaten yemekhanede yiyebildiği, dışarıda yiyebildiği için bu kadar söylenmezdi. KYK yemekhanesine sadece burun kıvırır geçerdi insanlar. Ama şimdi ekonomik durumu göz önüne alırsak insanlar KYK’da yemek zorunda artık. E buradan da kıl çıktığında, böcek çıktığında… Yani tabii burada da biraz eylemlilikte isyanların bulaşıcı olduğu fikri bence çok önemli. Çünkü biz ilk tweeti girdik, üç gün sonra başka bir yurttan biri direkt bize haber verdi, “biz bu akşam eylem yapacağız”. Kendi aralarında bile çok net değilken bize haber veriyordu, biz bu akşam eylem yapacağız diye. Görüntülerini atıyordu. Sonra başkası ilk önce bizimle iletişime geçip diğer yurt ne oldu diye bir sorup iki gün sonra biz eylem yapıyoruz karar verdik diye çıkıyordu. Çeşitli kazanımlar elde etmek çok önemli o açıdan. Çünkü besleyici oluyor, örnek gösteriyor. En azından bir ses çıkartıldığında, bir tepki gösterdiğinde çok basit soruların, çözülebilecek sorunların çözülebildiğini görüyoruz ama talep etmeme halinin özellikle pandemi döneminde çok yaygın olduğunu söyleyebilirim. O yüzden bu talep etmenin hak olarak görüldüğü noktaya da biraz zor ulaştık biz.

  • “Karabağ Savaşı ve Türkiyeli Ermeni gençlerin yalnızlığı”

    Direktörümüz Cihan Erdal ve araştırmacılarımızdan Dr. Öndercan Muti Karabağ savaşının yıldönümünde savaşın Türkiyeli Ermeni gençler üzerine etkilerini #EvrenselPazar’da kaleme aldı. 2020 yılının kasım ayında Azerbaycan ve Ermenistan arasında imzalanan ateşkes anlaşmasını, iki ülkenin sınırlarının nihai olarak tanınacağı ve Güney Kafkasya’ya istikrar sağlayacak bir barış anlaşmasının izlemesi bekleniyordu. Ancak ateşkes iki yılı doldurmadan, bu sefer Dağlık Karabağ’da değil Ermenistan’ın güneyinde yoğunlaşan çatışmalar meydana geldi. Karşılıklı suçlamaların ve can kayıplarının ardından Azerbaycan, Ermenistan’ın güneyinde birden fazla stratejik noktayı ele geçirdiğini duyurdu. Bakü’den, Yerevan dahil olmak üzere Ermenistan’ın aslında Azerbaycan toprağı olduğuna dair açıklamalar duyulmaya başlandı. Bu sınırlı ama simgesel işgale ve Ermenistan’ın varoluşunu sorgulayan resmi tezlere karşı çıkan Azeri aktivistler tehdit edilirken Türkiye muhalefeti ve hükümetinden Azerbaycan’a koşulsuz destek çağrıları yapıldı. Soykırım teriminin mucidi Raphael Lemkin’in adını taşıyan Lemkin Soykırımı Önleme Enstitüsü, Azeri yetkililerin ve devlet kontrolündeki medyanın kullandığı dili ‘soykırımcı’ niteleyip uluslararası kuruluşların dikkatini Azerbaycan askerlerinin işlediği savaş suçlarına çekerken Büyük Birlik Partisi Başkanı ‘Türk milletinin sabrının taşmak üzere olduğunu ve ‘Ermenistan’ı tarihten ve coğrafyadan silebilecek kudrette’ olduğunu hatırlattı. Peki Türkiyeli Ermeni gençler, Pantürkçü çevrelerle sınırlı kalmayan bu soykırımcı dil karşısında nasıl hissediyor? Türkiyeli Ermeniler 2020 yılında Türkiye’nin Azerbaycan’a askeri ve politik destek sağladığı savaştan beri kendilerini yalnız hissediyor. Ancak kamuoyunun ve toplumunun ‘Ermenistan’ı coğrafyadan ve tarihten ‘silme’ tehditleri ve savaşın Ermeniler üzerinde yarattığı acılar ve travma karşısındaki kayıtsızlığı Ermeni gençlerin bir arada yaşama umudunu iyice zayıflatmış görünüyor. Makalenin tamamını okumak için: https://www.evrensel.net/haber/474558/karabag-savasi-ve-turkiyeli-ermeni-genclerin-yalnizligi?a=j3sv

  • Gençlerle Birlikte Gençler İçin Araştırmak

    İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi Lansman Etkinliği ve Forum 24 Eylül Cumartesi Cezayir Toplantı Salonunda gerçekleşti. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi Direktörü Cihan Erdal ile Koordinatörler Begüm Uzun, Demet Lüküslü, Derya Fırat ve Hakan Yücel’in sunuşlarıyla başlayan etkinlikte öncelikle Araştırma Merkezinin araştırmacı kadrosu, Danışma Kurulu ve dört ana çalışma alanı tanıtıldı. Merkezin gelecek dönem etkinlik ve projelerine ilişkin bilgilendirme yapıldıktan sonra foruma geçildi. Etkinliğin ikinci ve büyük bölümünü oluşturan forumda Merkez araştırmacılarının yanı sıra sivil toplum alanında gençler için çalışan örgüt ve platform temsilcilerinin, genç aktivistlerin katılımıyla su iki soruya dair tartışma yürütüldü: i) Türkiye’de gençlik araştırmaları alanının yöntemsel ihtiyaçları nelerdir? ii) “Özne olarak gençlik” anlayışıyla gençlik için eşitlik ve özgürlük temelli bilgi ve politika üretimi için araştırmaların, gençlik örgütlerinin ve sivil toplumun iş birliği nasıl güçlendirilebilir? Yaklaşık bir buçuk saat süren forumda yapılan tartışmada şu konulardan bahsedildi: Odak grup ve anket çalışmalarının karma olarak bir arada yapılması, etnografik çalışma yöntemleri ve dijital etnografinin kullanılması; anlam krizinin yaşandığı ve öznelerin geleceğe, kurumlara, arkadaşlığa, eş olmaya vb. toplumsal fenomenlere atfettiği anlamların kaybolduğu bir ortamda hermenötik yaklaşımın geliştirilmesi; gençlik politikalarının oluşturulma süreçlerinde gençlerin konumu; siyaset alanının gençlere yaklaşımı, kuşaklar arası çatışmalar ve gençlerle siyasal partiler arasındaki uçurumun nasıl aşılabileceği; önümüzdeki seçimler için ve seçimler ötesine geçen, sosyal adaleti, temsil adaletini, ekolojik adaleti hedefleyen gençlik ittifaklarını güçlendirmek; gençlerin barınma sorunu ve genç yoksulluğunu/yoksunluğa dönüşen yoksulluğu yenecek politikalar üzerine çalışmalar yapmak; ne istihdam ne eğitimde olan gençlerin deneyimlerine odaklanmak; gençlik örgütleri ve STK’larla birlikte sendikaları gençlik çalışmalarına dahil etmek; bilgi ve politika üretiminde, sivil toplum alanında toplumsal değişim için çalışan gençler, gençlik politikalarının geliştirilmesine odaklanan aktivistler, toplumsal hareketler içerisinde yer alan gençler, üniversite hareketi, üniversite kulüpleri içerisinde çalışan genç aktivistlerin mümkün olduğunca hiyerarşisiz geniş koalisyonunu inşa etmek; karar alıcıların gençler adına söylediklerini etkilemenin ötesinde gençlerin hak temelli eşitlenmesini hedeflemek; üniversitelerdeki baskı ortamı; üniversiteli gençlerin nitelikli ucuz isçiye dönüşmeleri; gençlerin kahve bile içemeyecek durumda olması/tüketim toplumundan dışlanır hale gelmesi, gençlerin kendilerini ifade edecekleri kamusal alanların çok kısıtlı olması ve kentle kurduğu ilişkinin dönüşümü üzerine düşünmek; Cumhuriyetin vaadi olarak ifade özgürlüğü ve refahın bugün geldiği nokta karşısında gençlerin yaşadıkları hayal kırıklığı; farklı alt kimliklere sahip gençlerin nasıl bir araya gelebileceklerini, bunun olasılıkları veya yaratacağı çatışma alanlarını kesişimsellik perspektifiyle birlikte tartışmak.

  • “Akademinin Beklenti Ufku"

    "Akademinin Beklenti Ufku": MSGSÜ, Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin Sanatçı yaşamına hazırlık süreci ve gelecek beklentileri” başlıklı araştırma Nisan 2022 itibariyle başladı Mimar Sinan Güzel Sanatları Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi tarafından desteklenen araştırmanın yürütücü ekibinde İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi Koordinatörlerinden, MSGSÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Derya Fırat Şannan, Arş. Gör. Mehmet Akay, Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi Ayça Yüksel, Yüksek Lisans öğrencisi Ekim Veyisoğlu ve Lisans öğrencisi Şeyma Çopur yer alıyor. 2022 sonuna kadar devam edecek olan saha araştırmasının sonuçlarının 2023 başı itibariyle kamuoyuyla paylaşılması planlanıyor. Sanat alanına erişimin daralması, sanatçı yaşamına geçişin uzaması ve sanatsal angajmanı etkileyen diğer güncel sorun alanları Türkiye’de sanat eğitimi alanına dair tarihsel bakış açısıyla yapılmış pek çok araştırma mevcut olmakla birlikte, sosyoloji alanında bu kapsamda bir çalışma yapılmamıştır. Oysaki 1960’lı yıllar sonrasında Avrupa’da artık bir üniversite disiplini olan sanat eğitiminin, sanat alanına girişin gizli koşulu haline geldiği gözlemlenmiştir (Singerman, 1999). Türkiye’de de sanat alanının özerkliği tartışmalarının sanat galerilerinin gelişmesinin (Akay, 2001) yanı sıra sanat eğitimi düzleminde sürdüğü saptanabilir (Bakçay, 2015). “Akademinin Beklenti Ufku: MSGSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Öğrencilerinin Sanatçı Yaşamına Hazırlık Süreci ve Gelecek Beklentileri” adlı projenin amacı, öncelikle, üzerinde sıklıkla konuşulan ancak bilimsel anlamda yeterince incelenmeyen bu alanda özgün bir araştırma gerçekleştirmektir. Sanat alanında lisans eğitimi alan öğrencilerin gelecek beklentileri, sanat alanına erişim ve girişleri, yakın dönemde yaşanan Covid-19 salgını, ekonomik kriz, genç işsizliği, Türkiye’deki sanat alanının küçülmesi, eğitim sonrası iş imkanlarının azalması, sanatçıların geçici ve güvencesiz konumlara mahkûm olması gibi çeşitli sebeplerle zorlaşmış, ‘beklenti ufukları’ daralmış görünmektedir. Ülkemizdeki gerek öğrenci gençliği (SODEV, 2021) gerekse sanatçıları ele alan araştırmalar (Yiğit, 2021) her iki toplumsal kategorinin kesişiminde konumlanmaya hazırlanan gençlerin de ciddi sıkıntılar içinde yer aldığını göstermektedir. Üç yılı aşkın bir zamandır devam eden Covid-19 salgını sanat okulunda okuyan gençlerin sadece gündelik öğrenci yaşamlarını (derslerin online olarak yapılması, sanat atölyelerinde üniversite hocalarıyla beraber yüz yüze çalışamamak, üniversite eğitim sürecinin olmazsa olmaz bir parçası olan okul içinde hoca-öğrenci ve öğrenciler arasında yürütülen sanatsal ve entelektüel tartışmalardan uzak kalmak, sürekli ertelenen sanatsal etkinlikler nedeniyle sanatsal üretimi sadece internet yoluyla takip etmeye çalışmak, sanat alanının gene aynı süreçte daralan üretimi gibi etmenler) değiştirmekle kalmamış, söz konusu öğrencilerin “sanatçı kimliğine”, “sanatçı yaşamına”, “sanatçı mesleğine” dair inançlarını zayıflatmış ve bu alandaki gelecek kariyerlerine ilişkin beklentilerini de ciddi sekteye uğratmış görünmektedir. Kuşkusuz bu talihsiz gelişmeler sadece, sanat bölümlerinde eğitimlerine devam eden üniversite öğrencileri üzerinde etkili olmamaktadır, ama söz konusu sanat öğrencilerinin hem eğitim sürecinde hem de eğitim sonrası çalışma yaşamına girmede çok farklı dinamiklere tabii olan sanat dışı (Sosyal bilimler, Fen bilimleri, Hukuk, Tıp, Mimarlık vb. Fakültelerine bağlı) bölümlerde okuyan öğrencilere göre salgından daha fazla etkilendikleri söylenebilir. Zira sanat okullarında okuyan öğrenciler yalnızca müfredatı öğrenmekle kalmazlar. Okulun kültürel atmosferinde, atölyelerde yaşarlar, toplumsallaşırlar, “sanatçı yaşamını” öğrenirler. Geleceğin sanatçı adaylarının ‘yatkınlıkları’, yani algı, beğeni ve değerlendirme kalıpları, bir başka deyişle ‘sanatçı habitus’ları sanat okullarının yaşayan ortamında gelişir ve bedene kaydolur. Öte yandan görece daha uzun zamandır devam etmekte olan daha temel bir eğilim bize günümüzde modern Batı toplumlarında ve Türkiye’de yetişkin yaşamına geçiş sürecinin (aileden ekonomik olarak özgürleşememek, çalışma yaşamına güvenceli ve sabit bir konumla başlayamamak, yeni bir aile kuramamak gibi etmenler yüzünden) uzadığını göstermektedir (Galland, 2001; Fırat, 2013). Yetişkin yaşamına geçiş sürecinin uzaması, yetişkin kimliğini oluşturucu bir tecrübe etme ve sorgulama dönem olan söz konusu evrenin beraberinde de uzamasını getirmiştir. Sanat okulu öğrencilerinin de çağdaş toplumlarda yaşanan bu sürecin dışında olduğu düşünülemez ve yetişkin sanatçı yaşamına geçişin uzadığından bahsedilebilir. Türkiye gibi sanat alanın kurumsallaşmadığı ülkelerde ‘sanatçı yaşamını’ kurmak hali hazırda sanat okulu mezunları içinde bile genellikle uzun yıllar sonunda mümkün olmaktadır. Sanat söz konusu olduğunda, öğrencilikten profesyonelliğe geçişin uzaması, genç kuşakların eskilerden özgürleşmesinin de gecikmesi anlamına gelmektedir. Söz konusu süreç, hem sanat alanı içindeki genç işsizliğine yol açmakta hem de sanat alanında görece egemen konumlara sahip olanlar karşısında alana yeni giren genç sanatçıları güvencesiz, esnek, sömürüye açık çalışma koşullarına mahkûm etmektedir. Özellikle sanat alanı gibi ‘maddi olmayan emeğin’ geçerli olduğu alanlarda, emek sömrüsü sembolik sermayenin paylaşımı vaatleriyle kolayca meşrulaştırılmaktadır (Bakçay, 2015). Bu bağlamda, MSGSÜ sanat bölümlerinde okumakta olan öğrencilerin sanata ve sanatçıya dair değer yargılarının ve sanatçı kimliğine dair düşüncelerinin, sanatçıya has yaşam tarzına yaklaşımlarının, Türkiye’deki sanat alanına dair düşünce ve eleştirilerinin, planladıkları sanat kariyerlerinin, öngördükleri sanat güzergahlarının, sanat alanına girişteki zorluklara ilişkin öngörülerinin, gelecek beklentilerinin analiz edilebilmesi için içinde bulundukları toplumsal gerçekliğin ve bu gerçekliğe eyleyiciler tarafından atfedilen anlamın okunması önem kazanmıştır. ‘Akademinin Beklenti Ufku’ araştırması sahası, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne bağlı Fotoğraf, Geleneksel Türk Sanatları, Grafik Tasarımı, Heykel, Resim, Sahne Dekorları ve Kostümü, Sanat Eserleri Konservasyonu ve Restorasyonu, Seramik ve Cam, Sinema ve Televizyon, Tekstil ve Moda Tasarımı bölümlerinde 3. Sınıf ve 4. Sınıfta okumakta olan öğrencileri arasından ailelerinin gelir düzeyine bağlı olarak saptanan nesnel toplumsal konum, cinsiyet, etnik aidiyetler gibi farklılıkları gözeterek seçilen bir örneklem dahilinde her bölümden 6’şar öğrenci ile toplamda 60 adet derinlemesine görüşmeyi kapsamaktadır. Araştırmanın konu, sorunsal ve hipotezleri doğrultusunda saha çalışması için yapılandırılan derinlemesine görüşme cetveli soruları aşağıdaki temel başlıklar altında belirlenmiştir: Demografik sorular: yaş, doğum yeri, okula giriş yılı, lise türü ve mezuniyet yılı, ebeveyn ikamet yeri, öğrenim durumu, meslek/çalıştıkları iş. Sanat Eğitimi: Okula girişteki beklentiler, müfredata, dersler ve atölyelerin işleyiş biçimine, fakülte ve bölüm ve akademi hocalarıyla ilişkilere dair düşünceler, eleştiriler ve öneriler. Okuldaki Sanat Ortamı: Sanat tarihine ve güncel sanatsal yaklaşımlara dair (çeşitli etkinlikler kapsamında ve arkadaşlar arasında) okul ortamında yürütülen entelektüel tartışmalar. Sanatçı gençliğin stil oluşturucu kültürel ve gündelik yaşam pratikleri: Okuma alışkanlıkları ve kitap türleri, dinlenen müzik türleri ve grupları, takip edilen sergiler ve müzeler, gençlik argosu, giyim tarzı, tatil biçimleri, takip edilen (sanat, müzik, edebiyat, politika vd.) dergileri ve internet siteleri, sosyal medya kullanımı, bedensel bütünlük, bedensel farkındalık sağlayan sporlar ve alternatif sağlık arayışları, eğlence hayatı. Sanat okulu öğrencilerinin maddi varoluş koşulları: Aileden alınan destekler, barınmaya ilişkin çözüm yolları, burs ve geçici iş imkanları. Sosyal ilişkiler: Aile ile olan ilişkiler, arkadaşlık ilişkileri, aşk ilişkileri. Siyasi Angajman: Siyasi katılım, Ssiyasi partilere bakış, ulusal aidiyet, siyasi mobilizasyon. Sanatçı yaşamı ve Sanat Alanı: “Sanatçı kimliğine”, “sanatçı yaşamına”, “sanatçı mesleğine” dair düşünceler, Türkiye’deki sanat alanına dair düşünce ve eleştiriler, sanat kariyerleri planlama, öngörülen sanat güzergahı, alana girişteki zorluklara ilişkin öngörü, gelecek beklentisi ve yurtdışı planları. Referanslar Akay A., Fırat D., Göktürk P., Kutlukan M. (1995). İstanbul’da Rock Hayatı Sosyolojik Bir Bakış, Bağlam Yayınları: İstanbul. Bakçay E. (2015). “Sanat Eğitiminde Toplumsal Eşitsizliğin Yeniden Üretimi”, Sanat-Tasarım Dergisi, Sayı: 6 ISSN: 1309-2235 s. 7-16. Fırat, D. (2012). “Büyük Kentlerde Yaşayan Orta Sınıf Kökenli Eğitimli Gençlik ve Geliştirdikleri Yeni Yaşam Biçimleri”, Tübitak Proje Raporu. Fırat Derya, (2013). “Bit(iril)meyen Gençlik”, Gençlik Halleri: 2000’li Yıllar Türkiye’sinde Genç Olmak içinde, Der. Demet Lüküslü & Hakan Yücel, (Ed.) Efil Yayınevi: Ankara. Bourdieu, P. [1979] 2021). Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Nika Yayınları: Ankara, (Çev. Derya Fırat Şannan & Günce Berkkurt). Galland, O. (1984). Les jeunes, Paris, Éditions La Découverte, Paris. Galland, O. (1991). Sociologie de la Jeunesse L’entrée dans la vie, Armand Collin: Paris. Galland, O. (2001). «Adolescence, post-adolescence, jeunesse: retour sur quelques interprétations», Revue française de sociologie. No: 42-4, 611-640. Singerman, H. (1999). Art Subjects: Making Artists in the American University, Univ of California Press. Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) Gençlik Araştırması Raporu, 2021. Online erişim: https://sodev.org.tr/wp-content/uploads/2021/05/SODEV-Genclik-Arastirmasi-Raporu-19.05.2021.pdf Yiğit E. (2021). Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar (Ebook: https://www.edayigit.xyz/prekarya)

  • İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi Yola Çıktı

    İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi gençlerle birlikte, gençlerin perspektifleri ve ihtiyaçları doğrultusunda araştırmak ve üretmek, demokratik ve adil bir Türkiye’nin inşası için genç yurttaşların sözlerinin, hayallerinin, aktif katılımının güçlendirilmesine katkıda bulunmak için yola çıktı. Gençliği homojen bir kategori olarak düşünen, X, Y, Z gibi harflerle sınıflandıran, ya yücelten ya da tehdit olarak algılayan, oy deposu olarak araçsallaştıran yaklaşımların akademiden medyaya, siyasetten gündelik hayata yaygın olduğunu endişeyle görüyoruz. Türkiye’den ve Avrupa’dan gençlik çalışmaları alanından akademisyen, araştırmacı ve aktivistlerin ortak çabasıyla, farklı sosyo-ekonomik, ulusal, etnik, dinsel, cinsel kimlik ve aidiyetlere sahip gençlerin deneyimlerini anlamlandırmayı, gençlerin yaşadıkları eşitsizliklerle birlikte mücadele etmeyi, gençler için eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü politikalar tasarlanması, geliştirilmesi ve uygulanmasına katkıda bulunmayı hedefliyoruz. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi yerel, ulusal, ve küresel düzeyde eşitsizlik, güvencesizlik, ayrımcılık ve adaletsizliklere maruz kalan gençlik gruplarının eğitim, sağlık, barınma, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi alanlar başta olmak üzere kamusal yararını gözeten, düşünce ve ifade özgürlüklerini genişletmeye odaklanan politika önerileri tasarlamak için yola çıktı. İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi olarak gençlerle birlikte araştırma ve bilgi üretim faaliyetlerinin yanı sıra eğitim ve danışmanlık hizmeti vermeyi amaçlıyoruz. Çalışmalarımızı hem web sitemiz hem de Twitter hesabımız üzerinden takip edebilirsiniz.

  • “19 Ocak Kuşağı’nı Anlamak”

    İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi Kurucu Direktörü ve Koordinatörlerinden Cihan Erdal’ın Dr. Öndercan Muti ile birlikte yürüttüğü “19 Ocak Kuşağı’nı Anlamak” başlıklı araştırma projesi Hrant Dink Vakfı Tarih ve Hafıza Araştırmaları Teşvik Fonunu kazandı. 2010 yılında Hrant Dink Vakfı destekçilerinden Dr. Alper Öktem’in girişimi ve katkılarıyla hayata geçirilen Tarih Araştırma Teşvik Fonunun çerçevesi 2013 yılı itibariyle genişletilerek ismi ‘Tarih ve Hafıza Araştırmaları Teşvik Fonu’ olarak güncellenmiştir. 1915’te sergilenen ve günümüzün anlayışıyla insan hakları savunuculuğu olarak değerlendirilebilecek vicdanlı davranışların yanı sıra yaşananların insani boyutlarının günümüze yansımaları, sonraki nesillerde bıraktığı izler ve farklı hatırlanma biçimleri araştırmaların kapsamına alınmıştır. Bu yönde yapılacak bilimsel çalışmaları teşvik amacını taşıyan Fona, 2017 yılında Harry Parsekian da katkılarıyla destek vermiştir. Hülya Adak (Sabancı Üniversitesi), Ayşe Gül Altınay (Sabancı Üniversitesi), Ayfer Bartu Candan (Boğaziçi Üniversitesi), Valentina Calzolari (Université de Genève), Deniz Kandiyoti (University of London), Raymond Kévorkian (Université Paris-VIII), Kerem Öktem (University of Venice) ve Arus Yumul’un (İstanbul Bilgi Üniversitesi) oluşturduğu Tarih ve Hafıza Araştırmaları Teşvik Fonu 2021 jürisi başvuranlar arasında yapılan sıralama sonucunda dört araştırmaya destek verilmesine karar verdi. Cihan Erdal ve Öndercan Muti’nin “19 Ocak Kuşağı’nı Anlamak” başlıklı projesi bu yıl destek kazanan dört araştırmadan biri oldu.

bottom of page